27 Kasım 2024 Çarşamba
DERGİLERDEN
20 Mayıs 2024 Pazartesi
YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE
19 Mayıs 2024 Pazar
BİR VAROLUŞ BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET
15 Mayıs 2024 Çarşamba
BİR BAŞKALDIRI BİÇİMİ OLARAK AŞK
3 Mayıs 2024 Cuma
İÇİMİZDEKİ KOMEDYEN
28 Nisan 2024 Pazar
VAROLUŞÇU FEMİNİST YAZIN
Öteki kitapların arasında boynu bükük duruyordu. Ne zaman
aldığımı anımsamıyorum. Okunmaması benim için bir büyük vicdan meselesi. Çünkü
kitabın çevirmeni hocam Bilge Karasu’ydu. Elime geçer geçmez, daha ilk satırda
metin soluk almaya, yaşamaya başladı. O güne kadar karanlık içindeydi metin.
Elime aldığım kitabın adı Sessiz Bir Ölüm*. Yazarı da Simone de Beauvoir. Yazar kitapta
annesini anlatıyor. Annesinin yaşamını varoluşçuluk açısından mercek altına
alıyor. Kitapta altını çizdiğim yer ve en sevdiğim yer şurası oldu:
“Çocukluğunda, bedeni, gönlü, kafası ilkelerle yasaklardan
örülü bir koşumun içine sıkıştırılmıştı. Kolonlarını, kendi eliyle çekip iyice
sıkması belletilmişti ona. Kanlı canlı, ateşli bir kadının varlığı sürüp
gidiyordu içinde: Ama eciş bücüş, sakatlanmış, kendine yabancı kesilmiş bir
varlıktı bu.”(s.50)
Varoluşsal açıdan annesinin yaşamı titizlikle kaleme alınmış
demiştim. Yukarıdaki paragraf bu görüşümü destekliyor.
Alıntıladığım bu paragrafı okuyunca elden kaçmış yaşamlar
usuma geldi. Bir çocuğun yaşamı nasıl kötürümleştirilir o da.
Annenin içindeki yaşanmamışlıkla, o yaşamalara engel olan
yanın çatışması gözlerimizin önüne seriliyor. Varoluş açısından kendini
gerçekleştirememiş ve sessizce ölümle sonlanmış bir yaşamdı söz konusu olan. Onun
için kitabın adının Sessiz Bir Ölüm olması
gayet anlamlıydı.
Bu açıdan bakıldığında eğitimin önemli bir işlevi açığa
çıkmış oluyor. Yasaklarla kötürümleştirilmiş iç dünyanın özgür iradesinin
iadesi için çabalamak. Öğretmen ve ders içerikleri o özgür iradenin yaralarını
sarmaya, ona yeniden kanatlanma cesareti vermeyi erek edinmelidir.
Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında önemli
bir ayrıntı dikkatimi çekmişti. Kadın yazarın özgür iradesinin gerçekleşmesi,
kendine yazı yazacak bir alan(oda) açmasına bağlıydı. Aynı güçlü feminst
argüman burada da farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Kadının özgür iradesi,
kafasında sıkı sıkıya yer alan (topluma veya anne babasına ait) ilke ve
yasaklardan kurtularak, kendiyle yüzleşerek gerçekleşebilirdi.
Kitabın çevrisiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.
Kitabın duru, arı Türkçesinden bazı örnekler şunlar.
“Geçenek, peklik, devinimle sağaltma, erem, sağaltma uzmanı,
almaç, elektrik üretme aygıtı, kan çözümlemeleri, anılama, aşağısama, erkinlik,
berkitme, erk, anıklık, belletmek.”
Bilge Karasu çevirisi size Türkçenin o eşsiz dil lezzetini
sunuyor.
*Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, çev. Bilge Karasu,
İmge yay, Mart/2019,126 s.
9 Nisan 2024 Salı
LOSER (Ezik, Kaybeden)
Ben hasta bir adamım… Ben kötü bir adamım. Tipsiz bir adamım ben. Diye başlıyor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı kitabı.
Sonra okuru en az altmış sayfa boyunca içine almayan bir roman ortaya çıkıyor. Kime sorsam aynı şeyi söylüyor. Diyorlar ki, Dosteyevski’nin en kötü romanı bu. Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü Dosteyevski’nin bunu bilerek yaptığını düşünüyorum. Okuru içine almayan, direkt okurun kişiliğine oynayan bir roman yazmış Dosteyevski.
Neden mi? Dikkat edin lütfen ilk cümlelere! İlk seslenişe. Ben hasta bir adamım! Bu söyleyişi şu anlama geliyor. Bundan sonra benim yaşayacağım ve söyleyeceklerimde mantı aramayın! Çünkü benim kusurum belli. Evet, aynen öyle söylüyor kitaptaki adsız karakterimiz.
Kötü bir adamım sonraki mottosu onun. O zaman hemen şurada soteye yatmak gerekir okur olarak. Acaba kötülük ile iyiliğin çarpışacağı bir yer mi olacak bu kitap? Aynen öyle oluyor. Öyle ki, bizim yaşımızın getirdiği iyi tanımı, karakterin kötülük tanımının yanında savunmasız ve masum kalıyor.
Bu yüzden şunu açıkça ifade edebilirim ki, Yeraltı kitabı okuru öyle açıkça içine alan bir kitap değil. Öncelikle okurun sabrını işe koşması gerekiyor. Yoksa karakterimizin yeraltına inmesi kolay iş değil. Yenilir yutulur lokma değil bu karakter ve yaşadıkları.
Öyle ya, kitabın girişindeki üçüncü ipucuyla devam edebiliriz kitap içinde gezinmeye. Ben tipsiz bir adamım. Sanki bundan sonra gelecek argüman için bu tipsiz olma durumu bir dayanak sunmaktadır. Argüman aynen şu. Kötü mü olmak, kahraman mı olmak gerekir?
Şakkadak karakterimizin buna da cevabı hazır. Kötü olmak, iyi olmaktan daha iyidir! Şimdi sağınızda solunuzda kime sorsanız kahraman olmanın gerekli olduğunu dile getirecektir. Bu da Marvel dünyasının kahraman algısının bizdeki etkileri olsa gerek. Oysa yazarın roman karakteri, Ben kötülüğü seçiyorum, diyerek bizi ters köşeye yatıracaktır.
Offff, böyle kitap olmaz ki? Diye sızlanmaya başlıyor, ardından kitabı okumamak için bahane uydurmaya başlıyorsunuz. Hele sonunun hiç anlamadım, diyen birçok kişiyle de karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Dostoyevski size bu kitapla elbette bir bayram şekeri uzatmayacaktır. Aksine okudukça kitabın sizi yeraltınıza itiverebileceği bir sınırda tutacağını sonra fark edeceksiniz.
Kendiyle kim yüzleşmek ister ki? Zor tabi. Biz kendi kişisel efsanemizle öyle mutluyuz ki? Ne hacet şimdi kendi iç derinliklerime, iç engellerime inmeye? Dediğinizi duyar gibiyim. Ama maalesef Dostoyevski’nin yazarlık dünyasında böyle bir seçeneğiniz yok.
Dosteyevski'nin karekterleri ezik, anti-kahraman ve hastalıklı tiplerdir. Bu açıdan bakıldığında yazarın yazı dünyası büyük bir psikolojik laboratuvar gibidir. Okudukça bunu fark eder ve kendinize orada bir yer seçersiniz. Aslında Dosteyevski insanı, içini anlatır. Bunca sağlam ve değerli gözlem sayesinde büyük yazarlar kanonuna dahil edilir.
Gel gelelim kitap okudukça, sizi yer altınıza doğru yola çıkararak kendinizle yüzleştirir (Varoluşsal biçimde). Sonra da iç engellerinizi kabul ederek sokağa dönmenizi sağlar (Psikoterapi). Benim yeraltım ve iç engellerim, yani kaynayan bilinçaltı kazanım bakın nasıl bir savruluş yarattı bende.
Geçenlerde günümüz gençleriyle bir cenke tutuştum. Düşünce cenkine. Dedim ki onlara, sınıfsız bir toplum düşleyebilir miyiz? En azından sınıflar arası uçurumun çokça az olduğu bir toplum. Yanıt hızlı geldi onlardan.
Adı üstünde ancak düşlersiniz, dediler. Buna gerek yok üstelik. Nasıl olsa biz yükselmeyi iş edineceğiz. O üst tabakaya çıkınca, dönüp geriye (yani size) bakacağız.
Biz eziklere, (Dikkat edin Dosteyevski konuşuyor!) oradan bakmak onları mutlu edecekti. Ama unuttukları bir şey vardı. Kitaptaki karakter gibi dünün eziğiydi onlar. Şimdi kalkmış beni ezik ilan etmelerine sıra geliyor. Ve ancak üst tabakaya boyunlarındaki zincirle çıkabileceklerini unutmuşlardı ne yazık ki…
İşte Yeraltı romanının bende düşündürdükleri.
2 Nisan 2024 Salı
LİSELİLER FELSEFE KONUŞUYOR
Afiş Tasarımı: İbrahim KADAK
27 Mart 2024 Çarşamba
CALVİNO'NUN MEKTUBU
Güne İtalo Calvino’nun seslendirilmiş mektuplarını dinleyerek (YKY Podcast,Spotify) başladım. İşyerime beni götürecek araca doğru yürürken çok farklı bir deneyim sundu bana bu durum. Genelde müzik dinleyerek o kısa yolu geçiyordum. Bu kez beğenerek okuduğum Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun yazarının yazarlık dünyasına bir mektupla girmiştim. İlkyaz çiçek açmış ağaçlarda kendini duyururken, Calvino sanki arkadaşı Leonetti’ye değil bana sesleniyor ve soruyordu.
“Sevgili Leonetti artık edebiyata inanmıyor musun?"*
Kitap dosyalarım üstüne çalıştığım şu günlerde bu sorunun yanıtını vermem gerekiyordu.
Bilirsiniz, filozoflar düşünce üretmekle kalmazlar. Bu düşüncelerin somutlaştığı bir toplum kurgusu çatarlar. Buna ütopya diyoruz. Benim için bu ütopyalar toplumsal değişim isteğinin somutlaşmış nesnesidir. Öyle ya Sokrates gibi bir çınarı dönemin sözde Atina demokrasisine vermiştir Platon. Oturup Devlet adlı ütopyayı yazacaktır. Kurduğu bu siyasal yapıda elit sınıf üyesi aynı zamanda filozof olanları başa geçirecektir. Sonra oturup Atina demokrasisinin defolu yanını anlatmaya koyulacaktır.
Filozoflar ütopyalarını yazarken gördüğüm kadarıyla edebiyatın olanaklarından da yararlanmışlar. Bir kurgu yapmışlar örneğin. Özel mülkiyetin olmadığı bir Güneş Ülkesi düşlemişlerdir. Bu yüzden ütopyaların da edebiyata dâhil olduğunu düşünme eğilimim var.
Edebiyat kurgu işidir. Her ne kadar çıkış noktası gerçeklik, ‘küçük insan’ da olsa, sonunda yazarın zihninde bir kurgudur olup biten her şey. Karakterleri, kostümleri, belli tür insan eylemleri veya eylemsizlikleri vardır. Işık vardır. Zamanı temsil eder. Tarihi de. Belli bir yerde geçer. Uzamı vardır. Ama tüm bunlar için şunu söyleyebilirim. Edebiyat kurgusu da, tıpkı filozofların ütopyaları gibi yok, olmayan ülke veya adadır.
Yazarın acısı, biliş süzgeci geçmekte olan zamanı içine alır. Onu deneyimleriyle artık kendine mal etmiştir. Bir bakış açısı oluşturur ve bize sunar. Orada belki de meyve vermeyen ağacı kesen bir çıkarcılık görürüz. Bu da kalkıp Kafka’nın Dönüşüm adlı kurgusunda karşımıza çıkar. Ya da her şeye hâkim olduğunu (bir çeşit tanrılaşma isteğidir) sanan krala Küçük Prens şöyle kritik sorular sorar.
“Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?”
"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"
Yazarlar dünyayı kendi gerçekliğinden soyar ve onu kendilerine özgü bir kurgunun içine yerleştirirler. Orada insanlık için ne güzel şeyler vardır. Etik değerler, umutlar, insanlık adına sevinç kaynağı olabilecek eylemler, eylemsizlikler.
O zaman neden edebiyata inanmayı bırakayım ki? Daha yaşanası bir dünya için edebiyata umut bağlamayı neden bırakayım ki?
Sanırım Calvino’nun bu mektubun sonunda söylediği gerekçe benim de savunacağım bir gerekçe olabilir.
“Edebiyata daha çok inan. İçinde yaşayacağımız korkunç yıllarda bize kalan bir tek bu olacak.
Sevgi dolu.”*
*İtalo Calvino, Seçme Mektuplar (1945-1985), Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY/2017
25 Mart 2024 Pazartesi
KARAKTER GÜNLERİ
Lisemizde kitap okumayı teşvik etmek amacıyla gerçekleştirilen güzel bir etkinlik var. Etkinliğin mimarı Cemal Nurkutuğureli. Etkinliğin adı KARAKTER GÜNLERİ. Ders sırasında kapınız çalınır o gün. Raskolnikov, Esmeralda, Jean Valjean, Anna Karenina, Veronika, Feride izin isteyerek sınıfınıza girer. Sonra karakterler kendilerini tanıtırlar. Ya da ders bitiminde koridorda, okulun Z kütüphanesinde karşılaşırsınız onlarla. O an, kurgu dünyası gerçeğin yerini alır. Dönüşte o gün eve ekmek, tuz götürmeyi unutursunuz.
Kurgu dünyası çok ilginçtir. O dünyada kötü biri oluruz. Ya da Jean Valjean gibi önce hırsız sonra da bir sürü dar gelirliyi doyuran bir cam fabrikası açan iyi bir Valjean baba. Yazarlık işimin merkezinde kurgu dünyası var. Bu dünya beni de kendi içine çekiyor. Kafamda kavak yelleri devinip duruyorum o gün.
1995'te kurgu dünyasına ilk giriş biletim, Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküm oldu.
Derginin yayın editörleri şair Adnan Özer ile yazar Özcan Karabulut'tu. Giriş bileti,diyorum çünkü ondan öncesinde bilete dönüşememiş ham, iç dökme şeklinde metinler kaleme alıyordum. Sonra ilk kez bir yazar, edebi dünyama giriş yaptı. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde hocam olan Bilge Karasu. Hiç unutmadığım bir tablo var. Küçük bir odada Metin Okuma Yazma seçmeli dersini alan on, on iki kişiydik. Elimizde Bilge Karasu'nun Kılavuz adlı kitap dosyası vardı. O metnin içine dalıverdik. Henüz o zaman adını bile bilmediğim alımlama estetiği yardımıyla metin okuması yapıyorduk. Belki de simbilimden de yararlanıyorduk. Metni tüketmek terimini ilk kez o derste duydum. Ya da metnin güttüğü okur terimini.
Sırasıyla yenilerine de yer açıldı o derste. Üst kurmaca terimi örneğin. Anlayacağınız o dersler benim yazarlık evrenimin boyutunu genişletti. Bir de o derste ev ödevlerimiz vardı. Bir gün kibrit kutusunu beş tümceyle anlatmamızı istedi hocamız. Nasıl zordu bilemezsiniz.
Elbette yeni tanıdığım yazarın tüm kitaplarını edindim. Onlara kitaplığımda yer açtım. Şimdi onları kimi zaman yeniden elime alıp okurum. O zaman kitap yaşamaya başlar, metin kendini açar. Şaşırtıcı bir şey daha olur. Her okumada yeni bir şey deneyimler, yeni anlam örüntüleri yakalarım.
Bilge Karasu18 Mart 2024 Pazartesi
BENİM FİLMLERİM
Bulunduğumuz tabaka güven verir. Konforlu alanını terk etmeyi düşünmeyiz asla. Dolayısıyla kaybedenlere kulak vermeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Dünya bizim etrafımızda döner. Oysa Leos Carax bu algımızı filmin sonunda paramparça eder. Film bittiğinde o konfor alanının bir lanet ya da gerçekliği gizleyen bir metrix olduğunu fark edersiniz.
15 Mart 2024 Cuma
DÜŞLE GERÇEK ARASINDA BİR YERDE: ÖZNE
SÖYLEŞİ:
ŞEHMUS AKA
Şehmus Aka: Zamanının neredeyse hepsini düşünerek geçiren
birini ele alalım. Doğal olarak bu kişinin elinde düşüncelerden başka bir şey
yoktu. Yani gerçekle olan etkileşimi yoktur. O zaman gerçeğe ulaşmak için
düşünmeyi bırakmalı mıyız?
Varoluşsal boşluk bizi buna sürüklemiyor mu zaten?
Erkan Tuncay: Düşünce temelinde gerçeklik var. Ne yaparsak
yapalım düşsel gerçeklik önü sonu gerçeğe değer. Gerçek artık düşün somut
halidir. Düşünce eylemi bırakılamaz. Eğer ki kişilik parçası olmuşsa hele.
Şehmus Aka: Hangisi hangisinin ürünü peki? Gerçeklikle mi
düşünürüz? Yoksa düşünceyle mi gerçekliğe ulaşırız?
Erkan Tuncay: Düşünceden önce gereklik var. Düşünce gerçekliğe
geliyor. Yetmiyor onu kavramaya, temsil etmeye çalışıyor. Akılda bu şekilde
şemalar halinde gerçekliği temsil ediyoruz. Ama elbette insanın hayal gücü,
düşü gerçeğe büründürür ki bu da artık öznenin kendi kişisel gelişimiyle ilgili
bir durum olur.
Ş. A. : Bu durum bence önemli.
E. T.: Aynen. Bireyin, gerçeklikten aldığı esinle, motivasyonu
düştür bu yüzden.
Ş. A.: Söz konusu olan, düşün gerçeğe dönüşmesi, kişinin
kendi idealar dünyasından kaynaklı mıdır?
E. T.: Hayır bizim kendi ideallerimizden kaynaklı. Yani yaşamın
oynadığı satranç hamlesine karşılık verdiğimiz tepki olarak da ele alınabilir.
Platon’un bir evren ötesi masalı olarak değil.
Ş. A.: Anladım. Peki, felsefede veya psikolojide varoluşsal
boşluk nasıl açıklanıyor?
E.T.: Psikolojide kimi kişilik kuramları; benlik
silikleştikçe, kendini gerçeklik alanında göstermedikçe, kendilik yitirilince felsefi
anlamda varoluşşal boşluğun başladığına işaret ederler. O zaman benlik dediğin
şey ile anlam(lar)ın bağı kopar. Boşluk başlar. Buna içsel yabancılaşma da diyebiliriz.
Artık ‘Ben kimim?’ sorusunun yanıtı yoktur.
Ş. A.: O zaman, özne bunun cevabını bulamayacak.
E. T: Bulana kadarki süreye varoluşsal boşluk deniyor. Yoksa
parmağınızı kavrayan bir bebeğin boşluğa anlamı getirdiği de olur. Ben bu
konuda o kadar karamsar değilim. Elbette zaman dediğimiz o devinim içinde
elbette anlam özneye gelir. Bu durum ancak gerçeklikle bağını koparmayan kişiler
için söz konusu olur.
Ş. A.: Anladım. Peki, söz konusu anlamsal boşluk yaşayan
birine sağlıklı bir birey diyemiyoruz öyle değil mi?
E. T.: Sağlık göreceli bir kavram olur burada. Tarihsel ve
toplumsal algılarla ilgili değişkenlik gösteren bir kavram olur. Yanı sıra
öznelerin yaşadığı varoluşsal boşluğun derinliği açısından da bakılınca sağlık
dediğimiz kavramın özneye uygunluğundan söz edilebilir ancak.
Ş. A.: Size göre sağlık nasıl bir kavramsal anlam kuşanır?
E. T.: Beden sağlığı yerinde olan ama psikolojik sağlığı
henüz yerinde olmayan bir bireyi düşünelim. O zaman sağlık, ben ile iç ben
arasındaki mesafeyle ilişkili bir durum olur.
Ş. A.: Aslında durum şöyle değil mi hocam? Bu kişi dış
çevreden gördüğü her şeyi yine çevresi tarafından oluşmuş olan bilinçaltıyla
değerlendiriyor. Bu da onu sürekli bir döngüye, yani boşluğa itiyor.
E. T.: Bilinç ile birlikte doğrudan bilinçaltı devrede
olabilir. Çıkış mümkün her zaman. Ama her çıkışın yeni bir düşüşü müjdelediği
de varsayılabilir.
Ş. A.: Ve şey hissi var mesela. Çevredeki insanlar kendisine
kötü olduğunu söylemesine rağmen birey tek doğrunun kendi düşünceleri olduğunu sanıyor.
E. T.: Doğrudur genellikle dünyaya benmerkezci baktığımız
olur bizim.
Ş. A.: Bu durum bence bir kırılma noktası gibi. Yani gerçekliğin
bükülmesi gibi bir durum yaratıyor.
E. T.: Belki de doğrudur. Kişinin zihinsel çalışma
tezgahında, gerçekten de gerçeklik bükülür. Bambaşka bir şeye dönüşebilir. Yine
de önemli çıkış noktasına, gerçeğe, yeniden dönebilmektir.
7 Mart 2024 Perşembe
ETİK Mİ AHLAK MI?
26 Şubat 2024 Pazartesi
UZAY VE ZAMAN
Soru
soran: Efe DUYMAZ
“Uzay
ve zaman kavramları bana kendi başına var olan şeyler olarak değil de daha çok
maddi olarak var olan cisimlerin olumsuzlaşmasıyla elde edilmiş metafizik
kavramlar olarak geliyor. Çünkü uzay dediğimiz aslında maddenin olmadığı alandır,
aslında bir alan bile değildir. Daha çok özellikleri tanımlanmış bir cismin
maddeye dair tüm özellikleri çekilip alındığında ortada kalan hiçlik gibidir. Zaman
da aynı keza maddeselliğin doğurduğu bir uzayda hareket durumunda oluşan ilişkilerin
sonucunun üst bir çatıda isimlendirilip bir doğa yasası formunda sunulmuş haliymiş
gibi. Örnekle daha açıklayıcı olacaktır, mesela eylemsizlik. Aslında
eylemsizlik diye bir yasa yok ama o halde olan duruma bir isim verilmesidir. Siz
bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
UZAY
VE ZAMAN ÜZERİNE
Erkan
TUNCAY
I.
ARGÜMAN
ZAMANIN METAFİZİK KAVRAM OLMASI
ÜZERİNE
Öncelikle
kolayıma gelmesi açısından zaman kavramına değinmek istiyorum.
İster
maddi cisimlerin olumsuzlanmasıyla ister başka bir saikle olsun zaman
kavramının da metafizik bir kavram olduğunu düşünüyorum. Uzaydan çok zamana
kafamı taktığım oluyor. Bir tanrı kavramı gibi. Soyut, cisimsiz, maddi olmayan.
Maddenin değişiminin yönüne bakarak (insanın da elbette), ya da insanın doğum zamanını
başlangıç kabul eden metafizik bir
kavram. İşareti nereden alırsak alalım var olmayan bir boyut bu. Tanrının da
zihinsel bir unsur olarak insan yaşamında var olması gibi, zaman da zihnin bir unsuru olarak yaşamımızda
yer alır.
Durdurulması,
dönüşmesi ancak madde üzerinden yapılabilecek, maddenin bir formu gibi duruyor
zaman. Form seni şaşırtmasın.
Maddenin metafizik
formu olarak.
Uzay
ve zaman kavramları, insanlık tarihi boyunca çeşitli dinî ritüeller ve
inanışlarla iç içe geçmiştir. Geleneksel olarak belirlenen kutsal zamanlar,
toplumların manevi pratiklerini düzenlemede önemli bir yer tutmuştur. Ancak
modern bilim, uzay ve zamanın göreceli olduğunu ve evrenin bu iki boyutun
karmaşık bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymuştur. Bu bilimsel anlayış, zamanın
mutlak olmadığını, dolayısıyla manevi uygulamaların belirli zamanlara sıkı
sıkıya bağlı kalmaksızın da kişisel ve esnek bir şekilde
gerçekleştirilebileceğini düşündürmektedir. Bu bağlamda, dinî ritüellerin ve
manevi pratiklerin kişisel inanç ve ihtiyaçlara göre uyarlanabilmesi,
bireylerin kendi maneviyatlarını daha içten ve anlamlı bir şekilde ifade
etmelerine olanak tanıyabilir. Bu yaklaşım, geleneksel zaman anlayışlarını
korurken aynı zamanda modern dünyanın gerektirdiği esnekliği ve bireyselliği de
kabul eder.
II.
ARGÜMAN
UZAYIN METEFİZİK KAVRAM OLMASI
ÜZERİNE
Uzaya
gelince, her ne kadar bir boşluk, sonsuzluk adını alsa da zihnimde hep bir
maddi form olarak resmediyorum ben onu. Senin tam zıddına düşen bir düşünceye
sahip olmak pahasına ben böyle düşünüyorum.
İzlediğim
bir bilimsel videoda uzay için atlas, diyor ve onu bir çarşafa benzetiyor. O
bir boşluk değil, diyor. Biz onu eskiden böyle sanıyorduk. Ama bir çarşafı
nasıl gerip üstüne top atarsanız ve o çarşaf topun şeklini alarak onu havada
tutarsa, uzay da öyle bir form. Tamamen boşluk değil yani.
O
halde uzayı içerdiği tüm cisimlerle ve onları tutuş biçimiyle onu metafizik bir
kavram olarak ele almak ne derece doğru? Çünkü samanyolunda oluşan patlamalar,
güneşin salınım yaptığı elementler, tozlar ve daha adını bilmediğim bir sürü
şeyin uzay dediğimiz boşlukta görünmez bir büyük maddi form taşıyıcısı
oluyorsa, uzayı neden maddi, biçimsel bir form olarak ele almayalım?
SONUÇ ÜZERİNE:
İnsan
zihninin birer kavramı olarak ele alındığında zaman kavramı bir metafizik
özellik taşımakla kalmıyor, kurgusal (spekülatif) alanın önemli bir kavramı
olarak en büyük insan keşfi olduğu anlaşılıyor. Ki yaşamımızı saat dilimleri
belirliyor. Zaman döngüsüne önem atfeden Antik Mısır, Zerdüştlük, Hinduizm,
Budizm ve Maya uygarlığını da anımsamak gerekiyor. Zaman bir şekilde
yaşamımızın merkezinde yer alan, inkâr edilmesi zor bir süreç.
Bu
yüzden zaman denen formu merkeze alarak, tapınma ritüelini yerine getiren
dinler hep ilgi çekici gelmiştir bana. Yukardaki inanç sistemlerinin yanı sıra
Şamanizm’i de burada anımsamakta yarar var.
Astronomi
ve matematiğin ele aldığı uzay formu ise tamamen bilimsel, gözlenebilir bir
biçim sergilemektedir. Zaman için böyle bir şey söylemek şimdilik mümkün
görünmemektedir.
İnsanın
dördüncü boyut ve diğer boyut keşfi mümkün olduğunda söz konusu kavramların bir
başka biçimde ele alınabileceğini düşünüyorum.
O zaman belki senin dediğin gibi zaman-uzay formları birer metafizik
kavram olarak ele alınabilecektir. Ya da zıt argüman olarak zaman-uzay formları
maddi bir kimliğe bürünecektir.
16 Şubat 2024 Cuma
JANİNE
Alber Camus'un Sürgün ve Krallık* kitabının ilk öyküsü olan Aldatan Kadın adlı öyküde rastladım Janine 'ye. Öyle tanıdık geldi ki bana Janine.Sanki kum fırtınasına tutulmuş, çölü aşmaya çalışan bir otobüste ona kaçamak bir bakış atmıştım. O sıra kocası Marcel anlamsızca önüne bakıyordu. Benim üstümde Fransız askeri üniformam vardı. Sonra otobüs yerleşim yerine vardığında, kocası ticaret yaptığı Araplar için, Bunlar kendilerini Tanrı zannediyor, dedi sitemle. Alışveriş bitti. Yorucu bıktırıcı bir gün ertesinde otel penceresinin perdesini koca bir çöl üstüne kapattı Janine. Oda çok soğuktu. Kocası yatağa girer girmez uyudu. Janine onunla karanlıkta seviştiği anları anımsadı. O an bir şey oldu ona. Kendinin kim olduğunu bilemedi. Sahi Janine kimdi? Orada o an ne işi vardı? Ayağa kalktı. Dışarı çıktı. Amaçsız koşmaya başladı. Çöl sessizce onu gözlüyordu. Soluğu tıkanana kadar koştu Janine. Yıldızlar kayıp çöle düşmeye başlamıştı. Gözlerinden yaşlar akıyordu Janine'in. Onu hangi ses çağırdı bilemedi. Belki benim sesimdi onu çağıran. Hani otobüste istekli bakmıştım ona.Alıcı gözlerimi ondan çekmemiştim ya. Neyse Janine koşarak otel odasına geri döndü. Hala ağlıyordu.
2 Şubat 2024 Cuma
KAYIP AYDINLANMA
Uzun bir süredir bir Kayıp Aydınlanma* peşindeyim. Belli bir nedeni var. Adı üstünde kayıp aydınlanma. Bir kaybın peşine neden düşmeyeyim? Öncelikle Hacettepe Felsefe bölümünde bu aydınlanmanın bilinci yoktu bende. Orta Asya’ya açılan böylesi bir kapının varlığından haberdar değildim. Batı ortaçağını yaşıyorken aydınlanma gelmişti. Batının aydınlanması. İyi peki doğunun aydınlanması var mıydı? Varsa neredeydi şimdi?
Bölümden yaklışık otuz yıl sonra bu aydınlanmanın yokluğunu, önemini daha çok hissetmeye başladım. Belki bir İslam filozofunun sözünde, bilgisinde, bakışında ipuçlarını yakalıyordum. Örneğin Aristoteles’in akılcılığını sırtına alıyordu biri. Ya da bir başkası Platon’un varlık ve bilgi öğretisini. Yine de bu tadımlık atıştırmalar zihnimi doyurmuyordu.
Şaşılacak şey, diyordum. Batı düşüncesinden önce Yunan klasikleri farsça, arapça olarak çevrilmiş. Bu çeviri faaliyetlerinde Türk hazerfenler, Nasturi alimler yer almış. Farisiler de. Matematik, felsefe , astronomi, mimarlık, coğrafya, mantık, kütüphanecilik, demir ile kağıt imalatı, müzik, yay, at üreticiliği ve daha birçok alanda, batı düşüncesinden önce ilkleri ortaya koyan yine söz konusu bu doğu aydınlanmasıydı.
Felsefeci Ahmet Arslan’dan işittim Kayıp Aydınlanma adlı kitabı ve yazarı S. Frederıc Starr’ı. Peşine düştüm. Şimdi içinde yolculuklara çıkıyorum. Elime her alışta inanılmaz bir şeyi bütünlüyor zihnim. Diyor ki, akılcılığın önündeki tüm engelleri kaldırmak isteyenlerle tam tersini savunanlar var bu kitapta. Şaşırıyor, bir an sonra bu şaşkınlık yerini hayranlığa bırakıyor.
Biruni, Sicistani, İbn-i Sina, Ravendi, Firdevsi, Rudeki, Farabi, Gazali ve daha birçok filizof, İslam alimi var. Bir aydınlanma resmigeçidi. Heyecan verici. Okudukça notlar alıyorsunuz. Zihniniz de kayıt tutuyor öte yandan.
Kitabı henüz biteremedim. Çünkü bitmesi gerekmiyor. Sindirerek okumak çok önemli burada. Dedim ya, benim için önemli olan aydınlanmanın neden kaybedildiği. Bunun da somut verilerine o çağı kurgusal biçimde içimde yaşayarak tanıklık ediyorum. Doğrudur. Felsefe ile kurgusal alan ayrı şeylerdir. Dinin Aristo akılcılığıyla ele alınması, Aristoteles ile Platon öğretilerinin uzlaştırılması şeklinde kesiştikleri yerler de olmuş. Doğu felsefesi bir an sonra akılcılığı, felsefeyi dışlayan bir kapalılığa geçiş yapmaya başlıyor. Batı aydınlanmasına kaynaklık eden doğu aydınlanması böylece kaybedilmeye başlanıyor. Dedim ya, şaşkınlık ve hayranlığın at başı gideceği bir okuma öneriyor size bu kitap.
*S. Frederıck Starr, Kayıp Aydınlanma, Çev.Yusuf Selman İnanç, Kronik Kitap, 12. Baskı