27 Kasım 2024 Çarşamba

DERGİLERDEN

Kimi öyküler vardır. Gerçekliği soyutlarken bambaşka bir gerçeklik inşaa eder.
Masa B3 adlı öykü de böyle bir kurguya sahip. Kitap-lık dergisinin yeni sayısında (Kasım, Aralık) bu öykümün yer almasına sevindim doğrusu.

20 Mayıs 2024 Pazartesi

YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE



Schopenhauer'ın bu kitabını okurken,onun acının filozofu olduğunu aklımda tuttum. Ama kitap, acının öğretmen olarak karşımıza geçip bizi eğiteceğini dile getirmiyor. Aksine başta bir yaşam bilgeliği ve felsefesi sunacağını kitabın alt başlığı bize deklare ediyor.
Bakın burası şaşırttı beni. Çünkü sanki acının yaşamdaki varlığı, nihayetinde yaşamı da reddediyor olmayı getirebilirdi. Hayır öyle olmadı. Schopenhauer Aforizmalar adlı kitabında, mutluluğun neredeyse anahtarı konumundaki yaşam bilgeliğinden söz ediyor.
Bu yaşamı olumlamak değilse nedir?

Filozofun okurla söyleşir gibi, samami bir anlatım tekniği yeğlediğinin altını çizmek gerekiyor. Yanı sıra filozofun işaret ettiği, bilgelik uzerine konumlandırılmış olan yaşam felsefesini gayet açık bir şekilde anlatıyor olması, bir şans olarak değerlendirilebilir.
Yaşamı kimi yerde soyutlasa da , asla gerçekliği elden bırakmıyor Schopenhauer.
Aforizmalar deyişi filozofun her bölüm girişinde ele aldığı argümanlardan kaynaklanıyor olabilir. Çoğunlukla Antik Yunan ve Roma düşünürlerinden seçtiği argümanlara yer vererek düşünce ve argümanları sağlam bir zemine oturtuyor.

İtiraf etmeliyim ki, bu aralar sosyal medyada görünür olmak adına hazırladığım içeriklerde bol bol bu kitaptan yararlandım. Bu yüzden okuma zamanım kesintiye uğradı ara ara.
Gelelim, nasıl bir yaşam sürmeliyiz ki, bu bizi hem mutlu yaşama, hem de yaşam bilgeliğine götürsün? sorusuna.
Schopenhauer gayet minimal bir yaşam işaret ediyor 

 Hem sosyal çevrede, hem mal mülk açısından. Çünkü ona göre her türlü sınırlama mutluluk getirir. Günümüzde bu argümanın, haklı nedenleri olsa da, taraftar bulması zor görünüyor.
Yaşam bilgesi, dış dünya yaşamına yabancı olmayacak. Ama aynı zamanda söz konusu bu yaşama saplanıp da kalmayacak.
Enerjik bir biçimde dış dünya gereksinimlerini karşılayacak ve hemen iç dünyaya kendini verecek.

Mutlu olmak ne demektir? Kadim sorunun cevabının, filozofun sevimli yaşam bilgesini tanındık sıra açığa çıktığını göreceksiniz.
Yaşama bilgesi yalnızlığı seven biridir. Kavrayışı derin olması nedeniyle, yalnız kalma becerisi yüksektir. O yalnızlığa bir öğretmen gözüyle bakar. Yaşam bilgeliği acıya nasıl bakarsa öyle.
Kitabın ilerleyen kısmında şöyle ilginç bir argüman karşınıza çıkıyor. 'Yaşam bilgeliği, şimdiki zaman ile gelecek arasında kurulacak olan orantının doğruluğuna dayanır.' Bilgeliğin en önemli dayanaklarından bir tanesi budur.

Yaşam bilgeliği şu soruya yanıt vermeyi de gerektirir. Yazgı tanrının kucağında mı duruyor?
Schopenhauer bu soruya olumsuz yanıt vererek, çok boyutlu bir varoluşçuluk durağını inşaa etmeye başlıyor. Çünkü iş bu soruya yanıt vermekle bitmiyor. Schopenhauer insanı, bir tür human-Demirguos konumuna layık görüyor. Bu faal akıl gökyüzünde nasıl insan ve yaşam üzerine bir demirci gibi çalışıyorsa, insan da yazgısını tanrının kucağından çekip, kendi yaşamının tasarımcısı olmaya başlayacaktır.
Peki o halde, bu durumda yaşamın bilgesi, bir amour fati (yazgı sevici) midir? Hayır. Kesinlikle değil. O kendi yaşamının iplerini eline almaya çalışan, bunun da meşakkatli bir iş olduğundan haberdar olan biridir.
Ortalama bir okur için, Schopenhauer okumak, yoğun soyutlamalarla düşüncelerini dile getiren Nietzsche'yi okumaktan daha keyifli olacaktır.
Affınıza sığınarak diyeceğim ki, tarihteki ilk kişisel gelişim kitapları arasında yer alacak olanlardan biri de bu kitaptır.
Elbette kitabın konusunu tüm olarak dile getirmek fazla iddialı bir iş olduğundan, kitap üstüne bu kadarıyla söz etmekle yetinelim.
Şimdi siz, bir human-Demirguos olarak yazgınızı tanrının kucağından çekip alın ve kitabı okumaya başlayın. Göreceksiniz ki, mutluluk bir tür yaşam bilgeliğinin kökünde yeşerip büyüyecektir.



19 Mayıs 2024 Pazar

BİR VAROLUŞ BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET

Türlü varoluş biçimleri var. Peki, şiddet bir tür varoluş biçimi olabilir mi?
Eğer Geist Hegel'in söz konusu ettiği biçimde kendini tarihte açığa çıkarıyorsa durunm vahim. Çünkü insanlık tarihi bir biçimiyle şiddetin tarihidir. İnsanın özgürlük veya başka bir şey için türünü soykırıma uğratmasıdır. En azından bu, insanın insana rağmen varolma çabasıdır.
Kıyamet diye çevrilmiş olan Apocalypse Now adlı film, benim için Full Metal Jacket(1987)' den daha ayrı bir yerde duruyor. Biraz daha üst rafta. Çünkü söz konusu Kubrick filmi mizah dozu içeren bir film. Kıyamet ise daha derine inmek adına mizah yerine şiirden, sanattan, psikolojiden, bir ölçüde felsefeden yararlanıyor.
Sonda söylemek gerekeni şimdi söylemek istiyorum. Kıyamet filmi, insanın ne yaparsa yapsın o ilkel yanının ürünü olan şiddetten kurtulamayacağını gösteriyor.
Bu haklı bir eylem midir?
Film bunu da sorguluyor. Cappola'nın derine inen analizleri var filmde.
İyi ve kötü olmanın bir zorunluluk olduğunu,ama ne yaparsak yapalım kötü olmak dışında insanın başka bir seçeneği olmadığını filmin sonunda ordu kaçağı, kaçak albay Kurtz'u, her ne kadar saf değiştirmiş olsa da görev adamının Kurtz'u öldürmesinde görüyoruz.
Dünyaya doğamız gereği cinsellik ve saldırganlık dürtüleriyle gelmek bir tür amour fati( yazgı sevicilik) durumuna sokuyor bizi. Çünkü insan şiir, genelinde sanata rağmen şiddet uygulamayı bırakmıyor. Şiddet burada vicdanı rahatsız eden, ama öte yandan varolmanın bir koşulu olarak açığa çıkan bir paradoks, davranış bozukluğu, bir amour fati oluyor 
Evrimin yazılım mühendisliği, şiddet bağlamında bizi bir Sisyphos'a dönüştürüveriyor. Şiddet eylemi, yaşamımızın bize soluk aldıkça dayattığı bir özel anlamlar dizisiyle meşruluk kazandırılabilir olan bir şeye dönüşüyor.
Filme dönersek, filmdeki öldürme görevi söz konusu ettiğim gibi bir vatani görevi oluyor. Orada bizim meşru savaşımıza gölge düşüren bir eski ordu mensubu var. Onun bertaraf edilmesi gerekiyor.
Albay Kurtz savaşın bir varoluş amacı olmadığını, bunun ilkel bir dürtü ile toplumsal eşitsizliğin kaynağı olarak ortaya çıkmış olabileceği fikrine erişmiştir. Bu kısmi bir aydınlanma durumu, çünkü albay Kurtz kelle kesmeye devam ediyor. Bu da savaşın anlamsızlığı kavrayışını beraberinde getiriyor. Geriye kalan tek şey, savaş olgusuna karşı çıkmaktır. 
Ama bu kısmi aydınlanma şiddetin insan hayatından çekilebilir bir şey olduğu anlamına gelmiyor. İnsanlık tarihi, şiddet öznesi olarak insana yer açmaya devam edecektir. Şiddet burada artık bir tür varoluş biçimine dönüşmüştür.
Filmin bütçesi, oyunculuk, estetik düzeylerinin yanı sıra şiddet sorunsalı ve onu ele alış biçimi, taşıdığı argümanlar bakımından bu film, bir  sinema klasiği olarak anılmayı hak ediyor.

15 Mayıs 2024 Çarşamba

BİR BAŞKALDIRI BİÇİMİ OLARAK AŞK

Konumuz insan doğasına en uygun eylemlerin temelinde olan aşk.
Kimi psikologlar libidonun açığa çıkması olarak aşkı tarif eder. Kimi biyolojik yaklaşımcılar, türün devamı için onu bir giriş serenadı olarak görürler.
Ben aşkın bir etik ilişki örneği olarak ele alınabileceğini ileri süreceğim. Bunun yanı sıra bir varoluş mücadelesidir, diyeceğim.

Aşkım Etiğim
Aşk ilişkisi bir etik eylem olanağı taşır mı? Diğer bir söylemeyle bir aşk öznesi olarak değer koruyan olmak zorunda mıyız?
Aşk, bir eylemler dizisinden oluşur. Yani ben ile sevilen özne arasındaki yaşantıların tümü aşkı oluşturur. Peki o zaman neden bu eylemlerin temelinde etik kaygı olmasın?
Aşk bir insan ilişkisi türü ise, doğal olarak beraberinde etik bir boyut açacaktır. Sözüne güvenilir, empatik, insana saygılı, düşünceyi değerlendirme konusu yapan olmak birer ilişki temeli oluşturur. O zaman aşk ilişkisi zorunlu olarak insansal olanakları temeline aldığı ölçüde ayakta kalabilecektir. Aşk insanı, ister istemez bir etik eylem uygulayıcısı olacaktır.
İlişkileri hazcılıktan, id katmanından superegoya çıkarmak bu sayede mümkün olabilmektedir.
Aşkın id aşamasını aşamamış olanı, günübirlik aşk kategorisine girer ki böyle bir seçim yapmak da mümkün olabilmektedir.
Ama aşkı aşk yapan asıl şey, bu etik temeldir.
O zaman aşkı uzun soluklu bir yürüyüş olarak ele almaya başlayabiliriz.

Aşk Bir Varoluş Mücadelesidir

Bizi sürüden ne ayırır? Aşk bizi biz yapan, toplum denen kuyuda boğulmamızı engelleyen bir varoluş mücadelesi midir?
Açıkça evet. Düşüncesiyle, toplumsal birörneliğe karşı çıkmak nasıl mümkün olursa, aşk da bir tür başkaldırı girişimdir.
O güne kadar kendi adına ilk söz alma girişimidir. 
Topluma şöyle bir mesaj verir aşk öznesi. Beni ben yapan, şu an aşık olmaklığımdır.
Dolayısıyla ilk kez toplumun gölgesi dışına çıkma eylemidir aşk. 
Peki, seni yıllar boyunca kendi kültürel değerlerimle yoğurup durdum. Şimdi sen onların tümünü boşa mı çıkarıyorsun? 
Toplum böyle çemkirir aşk öznesine. Çünkü ancak özneler üzerinden var olabilmektedir. Özne elbette sıfırdan bir değerler dizisiyle aşık olduğu öznenin yanına gelmez. Ama iki aşk öznesinin öznel alanı, artık çürümüş toplumsal değer ve kültür öğelerinin eleştirel aklın konusu olduğu bir alana dönüşür.
İşte ikinci varoluşsal mücadele burada baş verir.
İki aşk egosu bir araya gelince, hangisi ötekini içe alacaktır? Sürtünme kuvveti ile krizler başlar. Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı kitabında işlendiği üzere, aşk bir tür Efendi -Köle ilişkisi midir? Öyle aşklar da vardır. Söylemiştim. Böyle aşkların etik bir zemini yoktur.
Gel gelelim, söz konusu bu Efendi -Köle ilişkisi eğer seçim olmayacaksa çıkış yolu ne olacaktır?
Bu egosal mücadelede her iki taraf, öteki öznenin özgür iradesini saygı konusu yapabildiği alana kadar egosunu geri çekmek zorunda kalacaktır.
Çünkü sadece kendi egosunu emzirip büyüten her bir eylem, aşk ilişkisinin habitatını yok edecektir.
Aşk, bir değer sorunudur.
Aşk, varolmaktalığımın varlığını var olarak kesinleyen bir başkaldırı girişimdir.
İşte aşkın metafizik alanın dışına çıkmasını sağlayan en önemli eylem bilinci budur.

3 Mayıs 2024 Cuma

İÇİMİZDEKİ KOMEDYEN

Schopenhauer Aforizmalar* adlı kitabında şunu söylüyor.
'Herkesin içinde eza ve cefa içinde yoksul bir komedyen yatar.'
Dosteyevski'nin Yeraltı'sındaki isimsiz kahraman tıpatıp bu aforizmaya uyuyor.
Dosteyevski bizi işte o eza ve cefa içindeki isimsiz komedyenin yaşamına davet ediyor kitabında.
Sanki bir komedyen gerçekten. Şakası, ciddiyetinden öyle hızlı rol çalar ki okur şaşırır. Ya da tam tersi olur bazen. 
İçsel konuşmaların ağırlıklı olduğu bu kitapta, sanki o adsız komedyenin gözünden, zihninden yaşama bakarız. Rus toplumsal yapısının ne olduğunu görürüz. Sonra da, yoğun bir şekilde adsız komedyenin dünyaya nasıl baktığına tanıklık ederiz.
Bu iş okur açısından yorucu değil elbette. Yorucu olan şey, okurun günün koşullarına ve zamanına uyan ahlaksal bir bakışı elden bırakmadan kitaba dalmak istemesdir kanımca.
Alışkanlıklar kolayca bizi terk etmiyor. Oysa kitabın girişinde bir uyarı tabelası vardı. Hızlıca yanından geçip gittigimizi fark etmeyiz.
O tabelada şu yazıyordu.
'Ben hasta bir adamım.'
Bu mantıkla hareket eden, rasyonel okur için bir uyarıydı. Dikkat edin! Benim mantığı terk etmemin hikayesini size biradan anlatacağım, der gibidir adsız komedyenimiz.
Eğer Schopenhauer'ın dediği gibiyse, yani içinde yaşadığımız dünyanın tasarımı kişiden kişiye değişiyorsa, kitapta artık adsız bir komedyenin eza ve cefa çektiği dünyasının içinde yer alacağız demektir. Bu da felsefenin ruhuna uygun bir öznellik katar işin içine.
Kitabın geçtiği tarihsel zamand, herkes farklı bir dünyanın tasarımını içinde taşımaktadır. Yeraltı adlı kitapta bir elin parmak sayısını zar zor geçen karekterlerinin her biri, dünyayı farklı bir pencereden görür. Burada sosyo ekonomik durum, meslek, iç dünya kavrayışı birer değişken olarak karşımıza çıkıyor elbette. Ama 
Schopenhauer Aforizmalar adlı kitabında şunu da söylüyor. Eğer her birimiz aynı zamanda ayrı dünyalarda yaşıyorsak, dış dünyayı ve gerçeklerini ele alış biçimimiz de değişecektir. İşte Dosteyevski'nin söz konusu bu kitabında adsız komedyenin dünyayı nasıl bambaşka bir biçimde anlamlandırdığına tanıklık ederiz.
Ezik, kaybeden bir ruh. Ama buna rağmen kuyruğunu dik tutmaya çalışan, bunu yaparken de bir pandomim oynanan bir insan.
Elbette bu soytarılık ona yetmeyecek, dünün mağduru bugünün zalimini oynamak isteyecek ve hizmetlisine ona ezik davranıldığı biçimde o da ezen bir efendiyi oynamak isteyecektir.
Aforizmalar adlı kitabında Schopenhauer bakın başka ne söylüyor. 
'Dışsal olaylar ancak içsel olayların izin verdiği ölçüde o kişiyi etkiler.'
Yani çevresel gerçeklik ve faktörler her ne kadar önceden belirlenmiş olsa da, birey ona izin verdiği ölçüde bir anlam oluşturur.
Bizim meşhur eza ve cefa içindeki isimsiz komedyen işte o baktığı dar açıyla ruhumuzu ezer geçer kitap boyunca.
Bence kitabın kişisel başarısı da buradadır. Okuru başta içine almasa da, daha sonra bir iç dost sesi gibi bizi kendine çeker ve kendini dinletir.
Kitabın içsel konuşmaları, bizi hiç bir zaman kahraman ilan etmeyecek olan bu yaşama bir isyan rehberine dönüşür. Kitabın ortalarına doğru adsız komedyenin iç sesiyle bizim iç sesimiz birbirine karışır. Ben, der, kitaptaki ses, kahraman değil kötü olmak istiyorum. Hangi ses kimindir? Bu sorunun yanıtını kitabın sonuna doğru hiç anlaşılmaz olur.
Dosteyevski'nin anlatı dünyası bu yüzden büyüktür. Tıpkı bir Sokratik diyalog içinde gardınızı alacağınız bir ilk argümanla başlar. Sonra da sizden duymak istediği argümanlara doğru ruhunuz bile sezmeden sizi sürükler.
Kitap amacına sonunda artık ulaşmıştır. Orada aslolan eza ve cefa içindeki adsız komedyenin yeraltısı değil, sizin yeraltıızdır.

*A. Schopenhauer, Aforizmalar, çev. Mustafa Tüzel, iş Bankası kültür yayınları/2011

28 Nisan 2024 Pazar

VAROLUŞÇU FEMİNİST YAZIN

 

Öteki kitapların arasında boynu bükük duruyordu. Ne zaman aldığımı anımsamıyorum. Okunmaması benim için bir büyük vicdan meselesi. Çünkü kitabın çevirmeni hocam Bilge Karasu’ydu. Elime geçer geçmez, daha ilk satırda metin soluk almaya, yaşamaya başladı. O güne kadar karanlık içindeydi metin.

Elime aldığım kitabın adı Sessiz Bir Ölüm*. Yazarı da Simone de Beauvoir. Yazar kitapta annesini anlatıyor. Annesinin yaşamını varoluşçuluk açısından mercek altına alıyor. Kitapta altını çizdiğim yer ve en sevdiğim yer şurası oldu:

“Çocukluğunda, bedeni, gönlü, kafası ilkelerle yasaklardan örülü bir koşumun içine sıkıştırılmıştı. Kolonlarını, kendi eliyle çekip iyice sıkması belletilmişti ona. Kanlı canlı, ateşli bir kadının varlığı sürüp gidiyordu içinde: Ama eciş bücüş, sakatlanmış, kendine yabancı kesilmiş bir varlıktı bu.”(s.50)

Varoluşsal açıdan annesinin yaşamı titizlikle kaleme alınmış demiştim. Yukarıdaki paragraf bu görüşümü destekliyor.

Alıntıladığım bu paragrafı okuyunca elden kaçmış yaşamlar usuma geldi. Bir çocuğun yaşamı nasıl kötürümleştirilir o da.

Annenin içindeki yaşanmamışlıkla, o yaşamalara engel olan yanın çatışması gözlerimizin önüne seriliyor. Varoluş açısından kendini gerçekleştirememiş ve sessizce ölümle sonlanmış bir yaşamdı söz konusu olan. Onun için kitabın adının Sessiz Bir Ölüm olması gayet anlamlıydı.

Bu açıdan bakıldığında eğitimin önemli bir işlevi açığa çıkmış oluyor. Yasaklarla kötürümleştirilmiş iç dünyanın özgür iradesinin iadesi için çabalamak. Öğretmen ve ders içerikleri o özgür iradenin yaralarını sarmaya, ona yeniden kanatlanma cesareti vermeyi erek edinmelidir.

Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında önemli bir ayrıntı dikkatimi çekmişti. Kadın yazarın özgür iradesinin gerçekleşmesi, kendine yazı yazacak bir alan(oda) açmasına bağlıydı. Aynı güçlü feminst argüman burada da farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Kadının özgür iradesi, kafasında sıkı sıkıya yer alan (topluma veya anne babasına ait) ilke ve yasaklardan kurtularak, kendiyle yüzleşerek gerçekleşebilirdi.

Kitabın çevrisiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Kitabın duru, arı Türkçesinden bazı örnekler şunlar.

“Geçenek, peklik, devinimle sağaltma, erem, sağaltma uzmanı, almaç, elektrik üretme aygıtı, kan çözümlemeleri, anılama, aşağısama, erkinlik, berkitme, erk, anıklık, belletmek.”

Bilge Karasu çevirisi size Türkçenin o eşsiz dil lezzetini sunuyor.

 

 

*Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, çev. Bilge Karasu, İmge yay, Mart/2019,126 s.



9 Nisan 2024 Salı

LOSER (Ezik, Kaybeden)


Ben hasta bir adamım… Ben kötü bir adamım. Tipsiz bir adamım ben.
Diye başlıyor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı kitabı.

Sonra okuru en az altmış sayfa boyunca içine almayan bir roman ortaya çıkıyor. Kime sorsam aynı şeyi söylüyor. Diyorlar ki, Dosteyevski’nin en kötü romanı bu. Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü Dosteyevski’nin bunu bilerek yaptığını düşünüyorum. Okuru içine almayan, direkt okurun kişiliğine oynayan bir roman yazmış Dosteyevski.

Neden mi? Dikkat edin lütfen    ilk cümlelere! İlk seslenişe. Ben hasta bir adamım!  Bu söyleyişi şu anlama geliyor. Bundan sonra benim yaşayacağım ve söyleyeceklerimde mantı aramayın! Çünkü benim kusurum belli. Evet, aynen öyle söylüyor kitaptaki adsız karakterimiz.

Kötü bir adamım sonraki mottosu onun. O zaman hemen şurada soteye yatmak gerekir okur olarak. Acaba kötülük ile iyiliğin çarpışacağı bir yer mi olacak bu kitap? Aynen öyle oluyor. Öyle ki, bizim yaşımızın getirdiği iyi tanımı, karakterin kötülük tanımının yanında savunmasız ve masum kalıyor.

Bu yüzden şunu açıkça ifade edebilirim ki, Yeraltı kitabı okuru öyle açıkça içine alan bir kitap değil.  Öncelikle okurun sabrını  işe koşması gerekiyor. Yoksa karakterimizin yeraltına inmesi kolay iş değil. Yenilir yutulur lokma değil bu karakter ve yaşadıkları.

Öyle ya, kitabın girişindeki üçüncü ipucuyla  devam edebiliriz kitap içinde gezinmeye. Ben tipsiz bir adamım. Sanki bundan sonra gelecek argüman için bu tipsiz olma durumu bir dayanak sunmaktadır. Argüman aynen şu. Kötü mü olmak, kahraman mı olmak gerekir?

Şakkadak karakterimizin buna da cevabı hazır. Kötü olmak, iyi olmaktan daha iyidir!  Şimdi sağınızda solunuzda kime sorsanız kahraman olmanın gerekli olduğunu dile getirecektir. Bu da Marvel dünyasının kahraman algısının bizdeki etkileri olsa gerek. Oysa yazarın roman karakteri, Ben kötülüğü seçiyorum, diyerek bizi ters köşeye yatıracaktır.  

Offff, böyle kitap olmaz ki? Diye sızlanmaya başlıyor, ardından kitabı okumamak için bahane uydurmaya başlıyorsunuz. Hele sonunun hiç anlamadım, diyen birçok kişiyle de karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Dostoyevski size bu kitapla elbette bir bayram şekeri uzatmayacaktır. Aksine okudukça kitabın sizi yeraltınıza itiverebileceği bir sınırda tutacağını sonra fark edeceksiniz. 

Kendiyle kim yüzleşmek ister ki? Zor tabi. Biz kendi kişisel efsanemizle öyle mutluyuz ki? Ne hacet şimdi kendi iç derinliklerime, iç engellerime inmeye? Dediğinizi duyar gibiyim. Ama maalesef Dostoyevski’nin yazarlık dünyasında böyle bir seçeneğiniz yok.

Dosteyevski'nin karekterleri ezik, anti-kahraman ve hastalıklı tiplerdir. Bu açıdan bakıldığında yazarın yazı dünyası büyük bir psikolojik laboratuvar gibidir. Okudukça bunu fark eder ve kendinize orada bir yer seçersiniz. Aslında Dosteyevski insanı, içini anlatır. Bunca sağlam ve değerli gözlem sayesinde büyük yazarlar kanonuna dahil edilir.

Gel gelelim kitap okudukça, sizi yer altınıza doğru yola çıkararak kendinizle yüzleştirir (Varoluşsal biçimde). Sonra da iç engellerinizi kabul ederek sokağa dönmenizi sağlar (Psikoterapi). Benim yeraltım ve iç engellerim, yani kaynayan bilinçaltı kazanım bakın nasıl bir savruluş yarattı bende.

Geçenlerde günümüz gençleriyle bir cenke tutuştum. Düşünce cenkine. Dedim ki onlara, sınıfsız bir toplum düşleyebilir miyiz? En azından sınıflar arası uçurumun çokça az olduğu bir toplum. Yanıt hızlı geldi onlardan.

Adı üstünde ancak düşlersiniz, dediler. Buna gerek yok üstelik. Nasıl olsa biz yükselmeyi iş edineceğiz. O üst tabakaya çıkınca, dönüp geriye (yani size) bakacağız.

Biz eziklere, (Dikkat edin Dosteyevski konuşuyor!) oradan bakmak onları mutlu edecekti. Ama unuttukları bir şey vardı. Kitaptaki karakter gibi dünün eziğiydi onlar. Şimdi kalkmış beni ezik ilan etmelerine sıra geliyor. Ve ancak üst tabakaya boyunlarındaki zincirle çıkabileceklerini unutmuşlardı ne yazık ki…

İşte Yeraltı romanının bende düşündürdükleri.

Kim bilir sizin iç dünyanızda, ne büyük gedikler açacaktır kitap.


 

2 Nisan 2024 Salı

LİSELİLER FELSEFE KONUŞUYOR


Afiş Tasarımı: İbrahim KADAK




Bu etkinliğe ev sahipliği yapmak heyecan verici. Çok önceden düşündüğümüz bir etkinlikti. Ama depremin yaralarını sarmaya çalışırken ona zaman kalmadı.
Şimdi tam zamanı, deyip yola koyulduk. 

Etkinliğin başlığından da anlaşılacağı gibi, amacımız odağımıza aldığımız kitaba felsefece bakmak. Edebiyatta felsefi problemler aramak, kitabın edebiyat zevkini hiç engellemeyecek aksine daha da çoğaltacaktır. Çünkü eğer yazarın çıkış noktası gerçeklik dünyası ve onun dayattığı felsefi problemler ise, Yer Altından Notlar'a felsefece bakmak yerinde bir tercih olacaktır.

Amaçlarımız arasında lise çağındaki gençlerin felsefeye ilgisini artırmak. Sadece bu değil elbette. Onların bir konuya felsefece bakma becerilerini geliştirmek. Ayrıca yeni ve farklı fikirlerini ortaya koyabilecekleri bir ortam sunmak, kendini ifade etme becerisinin de gelişimi anlamına gelecektir.

Etkinliğe Çukurova'da bulunan altı okul katılıyor. Gelecek yıllarda ana amacımız bu etkinliklerin daha çok okula ulaşmasını sağlamak olacak.

Günümüzde gençlere tablet, telefon, bilgisayar oyunları dışında bu etkinlikle bir seçenek sunmak istedik.

Söz konusu heyecanı benimle paylaşan altı okul öğrencilerini ve danışman öğretmenlerini şimdiden kutlarım.

İnsan haklarının gelişmiş olduğu, adaletli, sınıflararası uçurumun olmadığı insana yaraşır toplumsal yapılar kurmak,  yaşamımızda felsefeye daha çok yer açmakla olanaklı olacaktır. Bu açıdan bakınca etkinliğin nasıl da önemli bir işlev üstlendiği açıkça görülecektir.

  

        

27 Mart 2024 Çarşamba

CALVİNO'NUN MEKTUBU


İtalo Calvino

Güne İtalo Calvino’nun seslendirilmiş mektuplarını dinleyerek (YKY Podcast,Spotify) başladım. İşyerime beni götürecek araca doğru yürürken çok farklı bir deneyim sundu bana bu durum. Genelde müzik dinleyerek o kısa yolu geçiyordum. Bu kez beğenerek okuduğum Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun yazarının yazarlık dünyasına bir mektupla girmiştim. İlkyaz çiçek açmış ağaçlarda kendini duyururken, Calvino sanki arkadaşı Leonetti’ye değil bana sesleniyor ve soruyordu.

“Sevgili Leonetti artık edebiyata inanmıyor musun?"*

Kitap dosyalarım üstüne çalıştığım şu günlerde bu sorunun yanıtını vermem gerekiyordu.

Bilirsiniz, filozoflar düşünce üretmekle kalmazlar. Bu düşüncelerin somutlaştığı bir toplum kurgusu çatarlar. Buna ütopya diyoruz. Benim için bu ütopyalar toplumsal değişim isteğinin somutlaşmış nesnesidir. Öyle ya Sokrates gibi bir çınarı dönemin sözde Atina demokrasisine vermiştir Platon. Oturup Devlet adlı ütopyayı yazacaktır. Kurduğu bu siyasal yapıda elit sınıf üyesi aynı zamanda filozof olanları başa geçirecektir. Sonra oturup Atina demokrasisinin defolu yanını anlatmaya koyulacaktır.

Filozoflar ütopyalarını yazarken gördüğüm kadarıyla edebiyatın olanaklarından da yararlanmışlar. Bir kurgu yapmışlar örneğin. Özel mülkiyetin olmadığı bir Güneş Ülkesi düşlemişlerdir. Bu yüzden ütopyaların da edebiyata dâhil olduğunu düşünme eğilimim var.

Edebiyat kurgu işidir. Her ne kadar çıkış noktası gerçeklik, ‘küçük insan’ da olsa, sonunda yazarın zihninde bir kurgudur olup biten her şey. Karakterleri, kostümleri, belli tür insan eylemleri veya eylemsizlikleri vardır. Işık vardır. Zamanı temsil eder. Tarihi de. Belli bir yerde geçer. Uzamı vardır. Ama tüm bunlar için şunu söyleyebilirim. Edebiyat kurgusu da, tıpkı filozofların ütopyaları gibi yok, olmayan ülke veya adadır.

Yazarın acısı, biliş süzgeci geçmekte olan zamanı içine alır. Onu deneyimleriyle artık kendine mal etmiştir. Bir bakış açısı oluşturur ve bize sunar. Orada belki de meyve vermeyen ağacı kesen bir çıkarcılık görürüz. Bu da kalkıp Kafka’nın Dönüşüm adlı kurgusunda karşımıza çıkar. Ya da her şeye hâkim olduğunu (bir çeşit tanrılaşma isteğidir) sanan krala Küçük  Prens şöyle kritik sorular sorar.  

“Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?”

"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"

Yazarlar dünyayı kendi gerçekliğinden soyar ve onu kendilerine özgü bir kurgunun içine yerleştirirler. Orada insanlık için ne güzel şeyler vardır. Etik değerler, umutlar, insanlık adına sevinç kaynağı olabilecek eylemler, eylemsizlikler.

O zaman neden edebiyata inanmayı bırakayım ki? Daha yaşanası bir dünya için edebiyata umut bağlamayı neden bırakayım ki?

Sanırım Calvino’nun bu mektubun sonunda söylediği gerekçe benim de savunacağım bir gerekçe olabilir.

“Edebiyata daha çok inan. İçinde yaşayacağımız korkunç yıllarda bize kalan bir tek bu olacak.

Sevgi dolu.”*



 

 

 

 

*İtalo Calvino, Seçme Mektuplar (1945-1985), Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY/2017

 


 

25 Mart 2024 Pazartesi

KARAKTER GÜNLERİ

    
                                           Çeaş Anadolu Lisesi Öğrencileri

 Lisemizde kitap okumayı teşvik etmek amacıyla gerçekleştirilen güzel bir etkinlik var. Etkinliğin mimarı Cemal Nurkutuğureli. Etkinliğin adı KARAKTER GÜNLERİ. Ders sırasında kapınız çalınır o gün. Raskolnikov, Esmeralda, Jean Valjean, Anna Karenina, Veronika, Feride izin isteyerek sınıfınıza girer. Sonra karakterler kendilerini tanıtırlar. Ya da ders bitiminde koridorda, okulun Z kütüphanesinde karşılaşırsınız onlarla. O an, kurgu dünyası gerçeğin yerini alır. Dönüşte o gün eve ekmek,  tuz götürmeyi unutursunuz.

Kurgu dünyası çok ilginçtir. O dünyada kötü biri oluruz. Ya da Jean Valjean gibi önce hırsız sonra da bir sürü dar gelirliyi doyuran bir cam fabrikası açan iyi bir Valjean baba. Yazarlık işimin merkezinde kurgu dünyası var. Bu dünya beni de kendi içine çekiyor. Kafamda kavak yelleri devinip duruyorum o gün. 

1995'te kurgu dünyasına ilk giriş biletim, Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküm oldu.

Derginin yayın editörleri şair Adnan Özer ile yazar Özcan Karabulut'tu. Giriş bileti,diyorum çünkü ondan öncesinde bilete dönüşememiş ham, iç dökme şeklinde metinler kaleme alıyordum. Sonra ilk kez bir yazar, edebi dünyama giriş yaptı. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde hocam olan Bilge Karasu. Hiç unutmadığım bir tablo var. Küçük bir odada Metin Okuma Yazma seçmeli dersini alan on, on iki kişiydik. Elimizde Bilge Karasu'nun Kılavuz adlı kitap dosyası vardı. O metnin içine dalıverdik. Henüz o zaman adını bile bilmediğim alımlama estetiği yardımıyla metin okuması yapıyorduk. Belki de simbilimden de yararlanıyorduk. Metni tüketmek terimini ilk kez o derste duydum. Ya da metnin güttüğü okur terimini. 

Sırasıyla yenilerine de yer açıldı o derste. Üst kurmaca terimi örneğin. Anlayacağınız o dersler benim yazarlık evrenimin boyutunu genişletti. Bir de o derste ev ödevlerimiz vardı. Bir gün kibrit kutusunu beş tümceyle anlatmamızı istedi hocamız. Nasıl zordu bilemezsiniz. 

Elbette yeni tanıdığım yazarın tüm kitaplarını edindim. Onlara kitaplığımda yer açtım. Şimdi onları kimi zaman yeniden elime alıp okurum. O zaman kitap yaşamaya başlar, metin kendini açar. Şaşırtıcı bir şey daha olur. Her okumada yeni bir şey deneyimler, yeni anlam örüntüleri yakalarım.

                                                                Bilge Karasu
   
Not: Hocam Bilge Karasu metinlerinde ve bağlacını hiç kullanmadı. Ben de onun anısına saygı için bu yazımda ve bağlacını kullanmadım. 

 

Şehmus Aka, Cemal Nurkutuğureli

18 Mart 2024 Pazartesi

BENİM FİLMLERİM

 

Benim filmlerim, dediğim şey şu. Benim estetik zevkime hitap eden filmler. Aristoteles’in dediği gibi sadece bilgilendirme değil, arındırma(katarsis) işlevi de gören filmler bunlar. Yaşamla ilgili belli bir insanlık problemini, ilişkiler arası varoluşsal veya etik boşlukları bulup açığa çıkaracak gözlemci bir film. Bana yaşama felsefece bakmamın güzelliğine yeniden beni ikna edecek bir film. Görülenin arkasında bir görülmeyenden söz açan bir film.

Uzun süre önce seyrettiğim bir filmi yeniden seyrettim. Adı Köprü Üstü Aşıkları. Leos Carax imzalı bir film. Filmin usta oyuncuları arasında hepinizin tanıyor olduğunu düşündüğüm Juliette Binoche var. Çikolata (yapım yılı 2000) filminden bu yana onun hayranıyımdır.
Film yaşamda şanssız olan kaybedenleri (loser) merkeze alıyor. Bu film eziklerin filmi. Bile isteye düzenli yaşamından kopup bir loser olmayı seçen Michele (Juliette Binoche) ile Alex’in(Denis Lavant) hikayesi bu. Umutları, dağılmışlıkları, ötekileştirilmişleriyle yönetmenin önümüze koyduğu sarsıcı bir hayat.

Juliette Binoche’nin enfes oyunculuğu beni şaşırtmadı. Ama ilk kez oyunculuğunu seyrettiğim Denis Lavant beni ustalığıyla kendine hayran bıraktı. Ne yaparsam yapayım, Alex’e bakarken sanki Notre Dame Kamburu olan Quasimodo aklımdan hiç çıkmadı. Alex oyunculuğuyla bana sadece onu hatırlatmadı. Bunun yanı sıra kurgu dünyamın karakterlerinde yeni bir Quasimodo’ya yer açmama neden oldu.

Bulunduğumuz tabaka güven verir. Konforlu alanını terk etmeyi düşünmeyiz asla. Dolayısıyla kaybedenlere kulak vermeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Dünya bizim etrafımızda döner. Oysa Leos Carax bu algımızı filmin sonunda paramparça eder. Film bittiğinde o konfor alanının bir lanet ya da gerçekliği gizleyen bir metrix olduğunu fark edersiniz.  



15 Mart 2024 Cuma

DÜŞLE GERÇEK ARASINDA BİR YERDE: ÖZNE

 


SÖYLEŞİ: ŞEHMUS AKA

Şehmus Aka: Zamanının neredeyse hepsini düşünerek geçiren birini ele alalım. Doğal olarak bu kişinin elinde düşüncelerden başka bir şey yoktu. Yani gerçekle olan etkileşimi yoktur. O zaman gerçeğe ulaşmak için düşünmeyi bırakmalı mıyız?

Varoluşsal boşluk bizi buna sürüklemiyor mu zaten?

Erkan Tuncay: Düşünce temelinde gerçeklik var. Ne yaparsak yapalım düşsel gerçeklik önü sonu gerçeğe değer. Gerçek artık düşün somut halidir. Düşünce eylemi bırakılamaz. Eğer ki kişilik parçası olmuşsa hele.

Şehmus Aka: Hangisi hangisinin ürünü peki? Gerçeklikle mi düşünürüz? Yoksa düşünceyle mi gerçekliğe ulaşırız?

Erkan Tuncay: Düşünceden önce gereklik var. Düşünce gerçekliğe geliyor. Yetmiyor onu kavramaya, temsil etmeye çalışıyor. Akılda bu şekilde şemalar halinde gerçekliği temsil ediyoruz. Ama elbette insanın hayal gücü, düşü gerçeğe büründürür ki bu da artık öznenin kendi kişisel gelişimiyle ilgili bir durum olur.

Ş. A. : Bu durum bence önemli.

E. T.: Aynen. Bireyin, gerçeklikten aldığı esinle, motivasyonu düştür bu yüzden.

Ş. A.: Söz konusu olan, düşün gerçeğe dönüşmesi, kişinin kendi idealar dünyasından kaynaklı mıdır?

E. T.: Hayır bizim kendi ideallerimizden kaynaklı. Yani yaşamın oynadığı satranç hamlesine karşılık verdiğimiz tepki olarak da ele alınabilir. Platon’un bir evren ötesi masalı olarak değil.

Ş. A.: Anladım. Peki, felsefede veya psikolojide varoluşsal boşluk nasıl açıklanıyor?

E.T.: Psikolojide kimi kişilik kuramları; benlik silikleştikçe, kendini gerçeklik alanında göstermedikçe, kendilik yitirilince felsefi anlamda varoluşşal boşluğun başladığına işaret ederler. O zaman benlik dediğin şey ile anlam(lar)ın bağı kopar. Boşluk başlar. Buna içsel yabancılaşma da diyebiliriz. Artık ‘Ben kimim?’ sorusunun yanıtı yoktur.

Ş. A.: O zaman, özne bunun cevabını bulamayacak.

E. T: Bulana kadarki süreye varoluşsal boşluk deniyor. Yoksa parmağınızı kavrayan bir bebeğin boşluğa anlamı getirdiği de olur. Ben bu konuda o kadar karamsar değilim. Elbette zaman dediğimiz o devinim içinde elbette anlam özneye gelir. Bu durum ancak gerçeklikle bağını koparmayan kişiler için söz konusu olur.

Ş. A.: Anladım. Peki, söz konusu anlamsal boşluk yaşayan birine sağlıklı bir birey diyemiyoruz öyle değil mi?

E. T.: Sağlık göreceli bir kavram olur burada. Tarihsel ve toplumsal algılarla ilgili değişkenlik gösteren bir kavram olur. Yanı sıra öznelerin yaşadığı varoluşsal boşluğun derinliği açısından da bakılınca sağlık dediğimiz kavramın özneye uygunluğundan söz edilebilir ancak.

Ş. A.: Size göre sağlık nasıl bir kavramsal anlam kuşanır?

E. T.: Beden sağlığı yerinde olan ama psikolojik sağlığı henüz yerinde olmayan bir bireyi düşünelim. O zaman sağlık, ben ile iç ben arasındaki mesafeyle ilişkili bir durum olur.

Ş. A.: Aslında durum şöyle değil mi hocam? Bu kişi dış çevreden gördüğü her şeyi yine çevresi tarafından oluşmuş olan bilinçaltıyla değerlendiriyor. Bu da onu sürekli bir döngüye,  yani boşluğa itiyor.

E. T.: Bilinç ile birlikte doğrudan bilinçaltı devrede olabilir. Çıkış mümkün her zaman. Ama her çıkışın yeni bir düşüşü müjdelediği de varsayılabilir.

Ş. A.: Ve şey hissi var mesela. Çevredeki insanlar kendisine kötü olduğunu söylemesine rağmen birey tek doğrunun kendi düşünceleri olduğunu sanıyor.

E. T.: Doğrudur genellikle dünyaya benmerkezci baktığımız olur bizim.

Ş. A.: Bu durum bence bir kırılma noktası gibi. Yani gerçekliğin bükülmesi gibi bir durum yaratıyor.

E. T.: Belki de doğrudur. Kişinin zihinsel çalışma tezgahında, gerçekten de gerçeklik bükülür. Bambaşka bir şeye dönüşebilir. Yine de önemli çıkış noktasına, gerçeğe, yeniden dönebilmektir.

7 Mart 2024 Perşembe

ETİK Mİ AHLAK MI?


İnsanın yapıp etmelerinde karşımıza çıkan iki tür alan var. Birincisi ve elbette en genel olanı ahlak. ikincisi ise genellikle ahlak ile karıştırılan ve daha az bilinen etiktir. Ahlak günlük yaşayışımızda kültür aracılığıyla, sosyalleşme sürecinde aktarılırken, etik daha üst düzey bir biliş etkinliği gerektirir.
Asıl sorulması gereken şey de tam olarak burada karşımıza çıkar. Ahlak gündelik yaşamımız içinde yer alan yapıp etmelerimiz kontrol ederken ve bunun yanı sıra baskı unsuru olurken bireyin iradesini hiçe saymakta mıdır? Evet, açık seçik bunun böyle olduğunu söyleyebiliriz. İşte tam bu noktada ahlak ile etik alanındaki yapıp etmelerimizin ilk farkına, ayrımına tanıklık ediyoruz. Ahlak toplumun yaşayışımızın konusu iken etik felsefenin konusu olur. Yani az önce ifade etmeye çalıştığımız şey de şu olur:
Ahlakın baskıcı, kural koyucu yanı söz konusudur. Etik ise, bu açıdan bakıldıkta bireyin özgür iradesinin bir ürünü olur. Peki, o halde hangi bireyin eylemi etik alanına giren eylem mahiyeti taşıyacaktır? Bu kanımca belli bir tür entellektüel birikim taşıyan ya da bireysel aydınlanma yaşayan bireylerlerin eylemleri etik eylem alanına girecektir demeye gelecektir. Neden? Çünkü özgür irade gibi , bireyi birey yapan öz nitelik olmadan etik eylemin birey tarafından ortaya konması mümkün olmayacaktır. Özgür iradeye sahip bireylerlerin ortaya koyacakları etik eylem,  gizli bir gündemden motivasyon almayacaktır. Bu tür bireylerin ana motivasyon kaynağı insanlık değerleri olacaktır. 
Şimdi şöyle bir örnek üzerinden konuya daha fazla açıklık kazandırabiliriz. Köy meydanından geçerken bir kazaya tanıklık ettiniz. Tanıdık olsun olmasın ayıplanma korkusuyla durup kaza yapan kişiye yardım ettiğinizde ahlakın amaçladığı eylemi yerine getirmiş oluyorsunuz. Akrabanız olduğu için durmanız, ya da sevap kazanmak için bu eylemi yapmanız da onu etik eylem katına çıkmasına yardımcı olmayacaktır. Şimdi aynı örneği resmi ilişkilerin geçerli olduğu kent yaşamına getirelim. Kentin bir yerinde tanıklık ettiğiniz bir kaza için durmanız, gizli bir gündemi olmadan(sevap veya başka bir şey) kaza yapan insana yardımcı olmanız pekala söz konusu olabilir. Buna benzer bir olay yaşandı geçenlerde. Kazada kendi sorumluluğu olmamasına rağmen kazazadeye yardımcı olan insanlardan biri hemşire olan eşimdi. Olayı ondan dineldim. Durup kaza yapan gence yardım ettiklerini ve ambulans gelene kadar da oradan birkaç kişiyle ayrılmadıklarını anlattı. Bu olmuş bitmiş eyleme baktığımızda, insanın değer koruma amacı (insan yaşamı) dışında bir amacı olmadığından etik eylem olarak pekala değerlendirebiliriz.  Bu konuda can alıcı bir noktayı da yeniden anımsatmakta yarar var. Eğitim sonucunda bireyin özgür iradesini gereksinim duyduğunda işe koşması söz konusu olabilmektedir. Burada seçim tamamen bireyindir. Bu tür eylemler, üstünde ahlaki gibi herhangi bir baskı hissetmeden, kendi seçimi ve özgür iradesi sonucunda ortaya konmuş eylemlerdir. Ahlak mı etik mi? sorusuna daha derinlikli bir yanıt bulmak için, görselini paylaştığım hocam İonna Kuçuradi'nin Etik adlı yapıtına başvurabilirsiniz. 
 

26 Şubat 2024 Pazartesi

UZAY VE ZAMAN

 





BİR SORU

Soru soran: Efe DUYMAZ

“Uzay ve zaman kavramları bana kendi başına var olan şeyler olarak değil de daha çok maddi olarak var olan cisimlerin olumsuzlaşmasıyla elde edilmiş metafizik kavramlar olarak geliyor. Çünkü uzay dediğimiz aslında maddenin olmadığı alandır, aslında bir alan bile değildir. Daha çok özellikleri tanımlanmış bir cismin maddeye dair tüm özellikleri çekilip alındığında ortada kalan hiçlik gibidir. Zaman da aynı keza maddeselliğin doğurduğu bir uzayda hareket durumunda oluşan ilişkilerin sonucunun üst bir çatıda isimlendirilip bir doğa yasası formunda sunulmuş haliymiş gibi. Örnekle daha açıklayıcı olacaktır, mesela eylemsizlik. Aslında eylemsizlik diye bir yasa yok ama o halde olan duruma bir isim verilmesidir. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?”

 

 

UZAY VE ZAMAN ÜZERİNE

Erkan TUNCAY


I.                   ARGÜMAN

ZAMANIN METAFİZİK KAVRAM OLMASI ÜZERİNE

Öncelikle kolayıma gelmesi açısından zaman kavramına değinmek istiyorum.

İster maddi cisimlerin olumsuzlanmasıyla ister başka bir saikle olsun zaman kavramının da metafizik bir kavram olduğunu düşünüyorum. Uzaydan çok zamana kafamı taktığım oluyor. Bir tanrı  kavramı gibi. Soyut, cisimsiz, maddi olmayan. Maddenin değişiminin yönüne bakarak (insanın da elbette), ya da insanın doğum zamanını başlangıç kabul eden  metafizik bir kavram. İşareti nereden alırsak alalım var olmayan bir boyut bu. Tanrının da zihinsel bir unsur olarak insan yaşamında var olması gibi,  zaman da zihnin bir unsuru olarak yaşamımızda yer alır.

Durdurulması, dönüşmesi ancak madde üzerinden yapılabilecek, maddenin bir formu gibi duruyor zaman. Form seni şaşırtmasın.

Maddenin metafizik formu olarak.

 

 

Uzay ve zaman kavramları, insanlık tarihi boyunca çeşitli dinî ritüeller ve inanışlarla iç içe geçmiştir. Geleneksel olarak belirlenen kutsal zamanlar, toplumların manevi pratiklerini düzenlemede önemli bir yer tutmuştur. Ancak modern bilim, uzay ve zamanın göreceli olduğunu ve evrenin bu iki boyutun karmaşık bir ilişki içinde olduğunu ortaya koymuştur. Bu bilimsel anlayış, zamanın mutlak olmadığını, dolayısıyla manevi uygulamaların belirli zamanlara sıkı sıkıya bağlı kalmaksızın da kişisel ve esnek bir şekilde gerçekleştirilebileceğini düşündürmektedir. Bu bağlamda, dinî ritüellerin ve manevi pratiklerin kişisel inanç ve ihtiyaçlara göre uyarlanabilmesi, bireylerin kendi maneviyatlarını daha içten ve anlamlı bir şekilde ifade etmelerine olanak tanıyabilir. Bu yaklaşım, geleneksel zaman anlayışlarını korurken aynı zamanda modern dünyanın gerektirdiği esnekliği ve bireyselliği de kabul eder.

 

II.                ARGÜMAN

UZAYIN METEFİZİK KAVRAM OLMASI ÜZERİNE

Uzaya gelince, her ne kadar bir boşluk, sonsuzluk adını alsa da zihnimde hep bir maddi form olarak resmediyorum ben onu. Senin tam zıddına düşen bir düşünceye sahip olmak pahasına ben böyle düşünüyorum.

İzlediğim bir bilimsel videoda uzay için atlas, diyor ve onu bir çarşafa benzetiyor. O bir boşluk değil, diyor. Biz onu eskiden böyle sanıyorduk. Ama bir çarşafı nasıl gerip üstüne top atarsanız ve o çarşaf topun şeklini alarak onu havada tutarsa, uzay da öyle bir form. Tamamen boşluk değil yani.

O halde uzayı içerdiği tüm cisimlerle ve onları tutuş biçimiyle onu metafizik bir kavram olarak ele almak ne derece doğru? Çünkü samanyolunda oluşan patlamalar, güneşin salınım yaptığı elementler, tozlar ve daha adını bilmediğim bir sürü şeyin uzay dediğimiz boşlukta görünmez bir büyük maddi form taşıyıcısı oluyorsa, uzayı neden maddi, biçimsel bir form olarak ele almayalım?

  


SONUÇ ÜZERİNE:

İnsan zihninin birer kavramı olarak ele alındığında zaman kavramı bir metafizik özellik taşımakla kalmıyor, kurgusal (spekülatif) alanın önemli bir kavramı olarak en büyük insan keşfi olduğu anlaşılıyor. Ki yaşamımızı saat dilimleri belirliyor. Zaman döngüsüne önem atfeden Antik Mısır, Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm ve Maya uygarlığını da anımsamak gerekiyor. Zaman bir şekilde yaşamımızın merkezinde yer alan, inkâr edilmesi zor bir süreç.

Bu yüzden zaman denen formu merkeze alarak, tapınma ritüelini yerine getiren dinler hep ilgi çekici gelmiştir bana. Yukardaki inanç sistemlerinin yanı sıra Şamanizm’i de burada anımsamakta yarar var.

Astronomi ve matematiğin ele aldığı uzay formu ise tamamen bilimsel, gözlenebilir bir biçim sergilemektedir. Zaman için böyle bir şey söylemek şimdilik mümkün görünmemektedir.

İnsanın dördüncü boyut ve diğer boyut keşfi mümkün olduğunda söz konusu kavramların bir başka biçimde ele alınabileceğini düşünüyorum.  O zaman belki senin dediğin gibi zaman-uzay formları birer metafizik kavram olarak ele alınabilecektir. Ya da zıt argüman olarak zaman-uzay formları maddi bir kimliğe bürünecektir.



 

 

16 Şubat 2024 Cuma

JANİNE



Alber Camus'un Sürgün ve Krallık* kitabının ilk öyküsü olan Aldatan Kadın adlı öyküde rastladım Janine 'ye. Öyle tanıdık geldi ki bana Janine.Sanki kum fırtınasına tutulmuş, çölü aşmaya çalışan bir otobüste ona kaçamak bir bakış atmıştım. O sıra kocası Marcel anlamsızca önüne bakıyordu. Benim üstümde Fransız askeri üniformam vardı. Sonra otobüs yerleşim yerine vardığında, kocası ticaret yaptığı Araplar için, Bunlar kendilerini Tanrı zannediyor, dedi sitemle. Alışveriş bitti. Yorucu bıktırıcı bir gün ertesinde otel penceresinin perdesini koca bir çöl üstüne kapattı Janine. Oda çok soğuktu. Kocası yatağa girer girmez uyudu. Janine onunla karanlıkta seviştiği anları anımsadı. O an bir şey oldu ona. Kendinin kim olduğunu bilemedi. Sahi Janine kimdi? Orada o an ne işi vardı? Ayağa kalktı. Dışarı çıktı. Amaçsız koşmaya başladı. Çöl sessizce onu gözlüyordu. Soluğu tıkanana kadar koştu Janine. Yıldızlar kayıp çöle düşmeye başlamıştı. Gözlerinden yaşlar akıyordu Janine'in. Onu hangi ses çağırdı bilemedi. Belki benim sesimdi onu çağıran. Hani otobüste istekli bakmıştım ona.Alıcı gözlerimi ondan çekmemiştim ya. Neyse Janine koşarak otel odasına geri döndü. Hala ağlıyordu.
Kocası sesine uyandı. Homurdandı. Buna karşılık Janine, 'Bir şey yok, canım,' diyordu,' bir şey yok.'

Sürgün ve Krallık, Albert Camus, çev. Tahsin Yücel, Can yay., 1996

2 Şubat 2024 Cuma

KAYIP AYDINLANMA


Uzun bir süredir bir Kayıp Aydınlanma* peşindeyim. Belli bir nedeni var. Adı üstünde kayıp aydınlanma. Bir kaybın peşine neden düşmeyeyim? Öncelikle Hacettepe Felsefe bölümünde bu aydınlanmanın bilinci yoktu bende. Orta Asya’ya açılan böylesi bir kapının varlığından haberdar değildim. Batı ortaçağını yaşıyorken aydınlanma gelmişti. Batının aydınlanması. İyi peki doğunun aydınlanması var mıydı? Varsa neredeydi şimdi?

Bölümden yaklışık otuz yıl sonra bu aydınlanmanın yokluğunu, önemini daha çok hissetmeye  başladım. Belki bir İslam filozofunun sözünde, bilgisinde, bakışında ipuçlarını yakalıyordum. Örneğin Aristoteles’in akılcılığını sırtına alıyordu biri. Ya da bir başkası Platon’un varlık ve bilgi öğretisini. Yine de bu tadımlık atıştırmalar zihnimi doyurmuyordu. 

Şaşılacak şey, diyordum. Batı düşüncesinden önce Yunan klasikleri farsça, arapça olarak çevrilmiş. Bu çeviri faaliyetlerinde Türk hazerfenler, Nasturi alimler yer almış. Farisiler de. Matematik, felsefe , astronomi, mimarlık, coğrafya, mantık, kütüphanecilik, demir ile kağıt imalatı, müzik, yay, at üreticiliği ve daha birçok alanda, batı düşüncesinden önce ilkleri ortaya koyan yine söz konusu bu doğu aydınlanmasıydı.

Felsefeci Ahmet Arslan’dan işittim Kayıp Aydınlanma adlı kitabı ve yazarı S. Frederıc Starr’ı. Peşine düştüm. Şimdi içinde yolculuklara çıkıyorum. Elime her alışta inanılmaz bir şeyi bütünlüyor zihnim. Diyor ki, akılcılığın önündeki tüm engelleri kaldırmak isteyenlerle tam tersini savunanlar var bu kitapta. Şaşırıyor, bir an sonra bu şaşkınlık yerini hayranlığa bırakıyor.

Biruni, Sicistani, İbn-i Sina, Ravendi, Firdevsi, Rudeki, Farabi, Gazali ve daha birçok filizof, İslam alimi var. Bir aydınlanma resmigeçidi. Heyecan verici. Okudukça notlar alıyorsunuz. Zihniniz de kayıt tutuyor öte yandan.

Kitabı henüz biteremedim. Çünkü bitmesi gerekmiyor. Sindirerek okumak çok önemli burada. Dedim ya, benim için önemli olan aydınlanmanın neden kaybedildiği. Bunun da somut verilerine o çağı kurgusal biçimde içimde yaşayarak tanıklık ediyorum. Doğrudur. Felsefe ile kurgusal alan ayrı şeylerdir. Dinin Aristo akılcılığıyla ele alınması, Aristoteles ile Platon öğretilerinin uzlaştırılması şeklinde kesiştikleri yerler de olmuş. Doğu felsefesi  bir an sonra akılcılığı, felsefeyi dışlayan bir kapalılığa geçiş yapmaya başlıyor. Batı aydınlanmasına kaynaklık eden doğu aydınlanması böylece kaybedilmeye başlanıyor. Dedim ya, şaşkınlık ve hayranlığın at başı gideceği bir okuma öneriyor size bu kitap.    


*S. Frederıck Starr, Kayıp Aydınlanma, Çev.Yusuf Selman İnanç, Kronik Kitap, 12. Baskı