27 Haziran 2016 Pazartesi

EDİTÖRE MEKTUPLAR11

Çukurova, 27.06.2016
Sayın Editör,
Dışarıdan sesler geliyor. Teraslardan. Ki bu kentte balkon dersem gülerler. Çünkü burada teraslar çok  geniş. Hatta çoğu kişi terası burada oda gibi döşemiş.
Parktan da çocuk sesleri geliyor. Oysa dışarısı kırk derece. Yanıyor.
Film bitti. Ben de masa başına geçtim.
Bu arada sokakta yolun karşısında bulunan elektrik dağıtım, güç kaynağının sesi de geliyor. Ki geceleri terasa çıkınca sadece o söz alıyor.
Ayağa kalkıyorum. (Tam burada gerçekten ayağa kalkıyorum.) Pencereyi kapatıyorum. Durun bir dakika. Odamda pencere yok ki benim. Ama bir dönem burada topal kapı dedikleri bir kapı ve onun devamında pencere vardı. Onu yıktırdım. (Aslında henüz ayağa kalkmadım. Yazmayı sürdürüyordum. Şimdi kalkıyorum. Söz. Yazının akıcılığı, çok şey anlatmak isteğim buna izin vermiyor. Ki bakın hala oturmuş durumda yazıyorum. Hatta bilgisayar açılana kadar sepetteki çamaşırları yerleştirdim. Gece geç dönmüştüm eve. Babalar günü gecesi. Dostum balık yemeğe davet etti. Annesi balkondaydı. Durmadan bir şey anlatmak istiyordu. Anlattıklarına gülünce de, Benim İzmir’deki oğlum hiç gülmüyor, dedi. Onun yüzü hiç gülmez. O zaman yaşamı çok ciddiye alıyor, dedim ben de. Adam sen de, der gibi bakıp gözlerini kaydırdı. Tamam, anlaşıldı ayağa kalkıyorum. Vazgeçtim çünkü kapatırsam bunalırım diye korkuyorum. Mektubuma odaklanmak için kalkıp kapatıyorum. (Burada yazar ayağa kalktı ve pencereyi kapattı.)
Tam kapatmadım kapıyı. Aralık bıraktım. Çünkü boynumdan terlemeye başladım. Sırtımla kaba etimin birleştiği yerden de. Seslerin çoğunluğu kesildi. Bir motosiklet sesi geldi. Biri apartman altındaki marketten bir şey aldı sanırım. Ya da apartmana yemek siparişi getirdi.
Geçen gün giriş kapısında bekleyen bir motosikletli vardı. Kolay gelsin, dedim. Sağ olun, dedi. Sonra elindeki poşetten firma ismine baktım. Ütopya yazıyordu. Kapıyı açtık. Asansörün onuncu kattan gelmesini bekledik. Geldi. Önce ben bindim. Refleksle hemen yüzümü gence döndüm. Beşinci kat mı? dedim. Hayır, dedi. Dördüncü.
Bu katta kim vardı, diye düşünürken asansör artarak yükseliyordu. İki, üç, dört. Sonra çıktım. Kapı açıktı. İşte geldi, diye bir ses işittim. O kadını tanıdım. Ara sıra selamlaşırız. Dişleri birden bire takma oldu.
Henüz daha filme gelemediğimi gördüm. Yazacak çok şey birikmiş size.
Televizyonu kapattıktan sonra bana filmi salık veren öğrencime şu iletiyi attım. (Bu arada ben hala terliyorum. Dışarıda yeni başlayan fayans kesme spiralinin sesi gelse de açıyorum. Spiral deyince aklıma birden lise yıllarım geldi. Meslek lisesinde her şeyi üç yıla sığdırdım. Her türlü kaynak ve metal kesmeyi bilirim. Gerçi bu mektubu (metin mi desem?) yazmaya başlamadan önce bu yıllardan bir parça söz etmek de isterdim. Sanırım filmin etkisi olabilir bu. İletiye geleyim.
REALITE FİLMİ:
Olacak gibi değil…
Yani gerçek…
Sadece kafada bir egzama.
Hastalık.
Biz başlattık.
Biz bitiriyoruz.
SON.
Film gerçekten sıra dışı. Ben filmin yönetmenini de bilmiyorum. Kalkıp bilgisayardan, telefondan değil, bu adam hakkında bir şeyler okumak istedim. Sonuç bu mektup oldu. Uzun da olmuş yazmayalı. Yazayım, dedim.
Filmden öncesine gelirsem. Uyuklamalar arasında Dorian Gray’in Portresi’ni okuyordum. Saba karşı gün ışımaya yakın, ki bilirsiniz bu aylarda ışık erken gelir doğudan. Yürüyüş. Ardından kahvaltı.(Azalttım porsiyonu ve çeşidi.) Sonra kitap. Elimde kalem çize çize satırları ilerliyorum. Ne kadar kötü. Kötü olan kitap değil. Benim yaşadığım şey. Yani bu kitaplıkta duran kitaba tam on yıl önce kavuştum. Benim onu elime almam için on yıl bekledi kitap. Ne garip. Bunu düşünürken lise yıllarımın, yetiştiğim ortamın buna katkısı ne oldu diye de kafa yoruyordum. Yani bu kitaba niye geciktim bu kadar? Kitapta edebi, felsefi, psikolojik bir derinlik var. Gözlem gücü var. Ezdin beni Oscar, diye bağırdım. (Tabi bu bağırtıyı filmi bitirdikten sonra tekrarlayacağımı nereden bilebilirdim?)
Şimdi mektuba başladığımdan beri usuma Çehov geliyor. Ne olacak bu iş diye? İş dediğim mektubun başından bu yana o kadar ayrıntı birikti ki… Bilirsiniz oyunda tüfek varsa, sonunda patlamalı. Çehov’un yazıya, oyuna bakışı bu. Beni affetsin. Bunu yapamayacağım. Yaparsam çok ilginç bir postmodern metin çıkar ortaya. Buna da zamanım yok. İletiler geliyor. Telefonlar çalıyor.
Böyle mi bitecek?
Evet, öyle.
Neredeydim?
Film. Lise yılları. Dışarıdan gelen sesler. Dördüncü kat. Reality. Dorian Gray. Öğrencim. Daha bir sürü şey.
Siz de baha hak verirsiniz ki, bu gürültüde tüm silahları patlatmam olanaklı değil.
Esen kalın.



8 Haziran 2016 Çarşamba

EDİTÖRE MEKTUPLAR 10

Çukurova, 30.Mayıs.2016

Sayın Editör,

Kitap üstüne iki söyleşi gerçekleştirdim. İlki ÇEAŞ Anadolu lisesinde. İkincisi de Yüksel Acun Anadolu lisesinde. İki söyleşi de çok keyifliydi. Gelen yorumlar kitabın anlamının kapalı olduğu üstüne oluyor. Bu da sanırım minimal öykünün kendinden kaynaklı bir durum. Seçilen tür böyle olunca, kaçınılmaz bir sonuç oluyor bu durum.

Sonra yeniden kendi iç yaşamıma dönmeye başladım. Önümde bir seminer kaldı. Böylece sanırım koşuşturmaya biraz ara verme zamanım gelmiş olacak.

Ben bu arada Leyla Erbil okumaları yapıyorum. Hallaç, Gecede bitti. Bu kitaplara eş zamanlı olarak Elmas Şahin hocanın Leyla Erbil Kitabı’nı* da okuyorum. Leyla Erbil, Elmas hocaya ‘hafir’ demiş. Kazıcı. Gerçekten de hocanın kitabında yol aldık sıra ‘hafirliği’ açığa çıkıyor. Böylelikle bu kitap bir Leyla Erbil yazın dünyasını anlama kılavuzu niteliğinde. Öyle değerli. Yalnız kitap üstüne pek konuşulmadığına bakılırsa, edebiyat sessizlik içinde boğuluyor, diyesi geliyor insanın. Nitelikli çalışmalara ses olmak gerekiyor.

Elmas Şahin kitabının girişinde Leyla Erbil yazını üstüne şunları söylemiş:

“Kadının erkek egemenliğine dayalı ataerkil toplumda var olma savaşımı, kimlik arayışı, kadın deneyimi, kadınlığı cinsellikle özdeşleştiren bir toplumda yok olmanın getirdiği kırıklığı, isyanı ve feminist başkaldırısı, kadın olmaktan kaynaklanan ezikliği, zihinsel içedönüşü ve bilinç akışıyla patlayışı, kadın bedeninin cinsel bir obje olarak görülüp nasıl çürütüldüğü, hiçliğin sakatlanmışlığın, yok oluşun ve cinsel ayrıma dayalı aile içi ve dışı şiddetin getirdiği sorunlarla kadının özel ve kamusal alanda ataerkil tabularla, gelenek ve görenek ve önyargılarla nasıl baş edişi ya da edemeyişi bu tezde ele alınıyor.”

İyi ki ele almış Şahin. Çünkü Leyla Erbil’in noktalama işaretlerinden tutun, dile kadar bozan, yeniden üreten bambaşka bir yazın diliyle karşı karşıyayız. Deneysellik, bilinç akışı, metinlerarasılık dediğimiz yaklaşımlarıyla Erbil edebiyatımızda özgün bir yere sahip. Muhalif bir kalem. Feminist kuram açısından ele almış onu Elmas Şahin. İyi de etmiş. Leyla Erbil yazını sahip olduğu dil, anlatım olanaklarıyla daha çok konuşulmayı, yazılmayı hak ediyor.

Hallaç adlı öyküsünden önceki mektuplarımda söz etmiştim size. İnsanı, kadını nesneleştiren bir gündemi var ekonominin. Kültürel değerlerin. Bu yanıyla Eric From’un dediği gibi insanlık değerleri metalaştırılmış durumda. Durum böyleyken kadın gözüyle karşıt duruşuyla Leyla Erbil, günümüzün ekonomi-politik görüşünü de reddediyor. İnsanı (özelinde kadını) metalaştıran her şeye karşı bir duruş sergiliyor.

Cüce’ye başlayacağım bu gece.


Esen kalın…




*Leyla Erbil Kitabı, Elmas Şahin, Yitik Ülke yay., 2015/İstanbul

17 Mayıs 2016 Salı

EDİTÖRE MEKTUPLAR 9

Sayın Editör,
Kitabım üstüne ilk söz alan kişi öğrencim oldu. Lafı uzatmadan bu mektubumda sizinle o yazıyı paylaşmak istiyorum. Samimi bir dille yazıldığı gözünüzden kaçmayacaktır. Esen kalın...



UYKUSUZLAR* İÇİN BİR OKUMA DENEMESİ
Umut BİLİCİ**
Ve işte bugün... 13 Mayıs 2016 Cuma gününde kitap benim de elime ulaşıyor artık. Okuyorum... İlk olarak okulda başlıyorum okumaya. Kısa öykülerden oluşan bu kitap sandığım gibi kısa bir sürede bitmiyor, bitmeyecek de. İlk öyküyü okuyorum,  kulağımda Franz Schubert'in Serenad'ı işliyor zihninin derin boşluklarına. Bir yandan da Uykusuzlar... Kulaklığım, kitabım. Eksik olan tek şey kahvem. Aldırmıyorum kahvemin eksikliğine. Devam ediyorum okumaya. Erkan hoca ile kütüphanede konuştuğumuz üzere, sayfaların altındaki boş kısımlara notlar almaya çalışıyorum. Yapamıyorum! Nedendir, bilmiyorum. Birkaç öykü daha okuyabiliyorum okul sıralarında. Eve geliyorum sonra. Evdeki diğer herkes uyuyup gece sessizliğe gömüldüğünde koşuyorum yeni kitabıma doğru. Alıyorum onu elime, şöyle bir uzanıyorum. Kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Okuyorum. Hala notlar alabilmek istiyorum sayfalara. Yorum yapabilmek istiyorum. Çok çabalıyorum. Olmuyor. Yapabildiğim tek şey sevdiğim bazı cümlelerin altını çizmek oluyor. Bir daha deniyorum sayfa boşluklarına öyküler hakkında yorum yapmayı, iyi ya da kötü eleştirmeyi, öykünün anlatmak istediğini kaleme dökmeyi... Sonuç: Başarısızlıklarla dolu onlarca deneme. Vazgeçiyorum artık. Yorum yapamayacağım , sadece okuyacağım, diyorum. Okuyorum... Her sayfada duraksıyorum. Düşünüyorum, kitabın yazarı Erkan Tuncay ile  bağdaştırmaya çalışıyorum okuduklarımı. Çünkü biliyorum gerçek bir yazarın kaleminden dökülen tek bir sözcüğün bile onun ardında yatan sır perdesini biraz olsun araladığını. Zar zor toparlanıyorum, çünkü devam etmek zorundayım. Arada sadece iki öyküye tek kelimelik notlar alabiliyorum. Dayanak adlı öyküye 'Tezatlar' yazıp üç nokta koyuyorum. Varlık’a 'Ölüm...' yazıyorum. Ölüm. Duruyorum. Sonra ölümden çekinmediğime kendimi inandırıp devam edebiliyorum okumaya. Birkaç öyküde 1 ve 2 şeklinde, farklı sayfalarda yer almış biçimde numaralandırmalar verilmiş. Yük I’i okuduktan sonra anlıyorum bunu. Sayfaları hemen karıştırıp doğrudan Yük II’ yi okuyorum. Sonra Düş I’ den sonra aradaki beş öyküyü atlayarak Düş II’ye geçiyorum. Sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Bunu yaptım, çünkü hikâyenin her türlü engele, mesafelere karşın tamamlanması gerekiyordu. Düş I, Düş II'sine kavuşmalıydı. Ayrılık onları yıpratır, zarar verirdi. Sayfalar arasında koştum. Düş I’in elinden sıkıca tuttum. Kararlıydım. Düş II'sine kavuşturacaktım onu. Öyle de oldu. Bitiş çizgisinde yorgun ama huzurluyduk. Hikâye tüm ayrılıklara rağmen tamamlanmıştı. "Düş"lerimi orada bırakıp yoluma devam ediyorum. Sonra Beden karşılıyor beni. Sadece üç satır. Alıp götürmeye yetiyor beni. Yeni bitirdiğim o zorlu koşudan beni çekip alıyor. Dinlendiriyor, bir çay ısmarlıyor bana. Beraber yudumlayıp içiyoruz çaylarımızı. Düşünüyoruz. Yanımızda İlhan Berk de var. Üçümüz de suskunuz. Ne ben, ne Beden, ne de İlhan Berk konuşuyor. Sonra Beden söz alıyor. O üç satırı söylüyor. Derdini anlatıyor bize:
"Eksiktim onların gözünde.
Oysa onların eksiği çok derinlerde.
Bu yüzden ilk bakışta görünmüyor." 

Beden susuyor. İlhan Berk söz alıyor:
"İnsan eksiktir," diyor.
Ne güzel destekliyor Beden'i... Ama ben susuyorum. Çünkü ikisi, her şeyi anlattılar. Sadece söyledikleri ile değil, söylemek istedikleri ile de birçok şey anlattılar. Boş bakan gözlerimin ardından hayran kalmanın ötesinde bir şey hissedemiyorum. Bir şey diyememenin utancıyla kalkıyorum masadan. Koşup gidiyorum, uzaklaşıyorum oradan. Ama bir gün, biliyorum, elbet geri döneceğim.
   Okuyorum... Okuyorum...
   Eksik’e geliyorum. İlk cümlesini okuyorum. Küsüyorum. Her şeye ve herkese küsüyorum o an. Kapatıyorum kitabı. Tek bir kelime daha okuyamazdım. Bu, çok zordu. Ondan sonra bir daha elime almadım kitabı. O yüzden oturdum, bunu yazıyorum. Aslında yazamıyorum.  Şu an çok büyük çabalar sarf ediyorum içimde. Her bir öykünün anlatmak istediğini, yorumlanmasını haykırıyorum sessizce. Yazamadığım, yazıya geçirsem çok büyük ayıp edeceğim o duygularımın sonsuzluğuna haykırıyorum belki de. Ya da ilk defa, kitabını okuduğum bir yazar ile bu kadar yakın olmam beni korkuttu. Yorumlamamı zorlaştırdı. Yorumlamayı da geçtim, kendime anlatmamı zorlaştırdı belki de... 
Ama yo, buna pek ihtimal vermiyorum. Böyle desem de doğru yanıt, içimdekilerin düğümlenip sıkışmasındaki asıl neden, Arkhe, nedir, bilmiyorum. 
     
Saatler şu an 00.15' i gösteriyor. Ve ben Uykusuzlar’ın ardından, tamamlanmamış bir "Uykusuzlar" ın ardından düşüncelerimle geceye devam edeceğim. 
      'Uykusuz' bir şekilde...
----------------
                             
*Uykusuzlar, Erkan Tuncay, Kanguru yay., 2016

**Çeaş Anadolu Lisesi

8 Mayıs 2016 Pazar

EDİTÖRE MEKTUPLAR 8

Sayın Editör,
Kargodan Uykusuzlar’ı alıp Samandağ’a doğru yola çıktım.
Garip bir şey duyumsuyor insan. Kitap yayınlanana kadar elin ayağına dolaşıyor. Ama kitap eline geçince de bir tuhaf oluyorsun. Sanki bu kitap senin değilmiş, olmamalıymış gibi. Ben kitap kolisini elimde tutmuşken, bir kenara bırakıp gideyim diye düşündüm.
Neyse anlatacağım şey, sanırım kitaba yazarının yabancılaşması. Ürettiğin değere karşı yabancılaşmak bu işte. Kitabı öteliyor, ötekileştiriyorsun. Belki kendine karşı acımasız davranıp hemen eleştirilecek bir yan aramaya koyuluyorsun. Sonuç sarsıcı. Bu kitap benim değil! Yazmadım ben onu. Vardığın nokta işte bu. Yabancılaşmanın kitap hali.
Geçen gün İsmail’in çay ocağında edebiyat öğretmeni Metin Al hocamla kitap üzerine sohbet ediyorduk. Öğrencileri kitabı alır almaz karıştırmaya başlamışlar. Biri kalkıp, hocam, demiş bu kitap boş. Boşluklar çok bu kitapta. Bakın bazı yerlerde tek bir satır var!
Bunu anlattı bana. Ben de Metin hocama, öğrencin haklı, dedim. İyi görmüş. O boşlukları ben bilerek koydum. Onları kendisi dolduracak.
Bu doldurma konusuna yeniden döneceğim.  Ardından ozan dostum Nebih Nafile’nin Umudun Sesi programında kitap üstüne söyleşirken bunu anlattım. Boşluğu doldurma işini. Öğrencinin saptamasını.
Oğlum Berkay radyo programını dinlemiş. Ertesi gün bana sordu. Baba, eğer boşluk doldurulacaksa, bu boyama gibi bir şey olmayacak mı? Hayır, dedim. Okuduğuna anlam katacak. Anlamlandıracak. Orada ne anlatıldığı üstüne bilgi sahibi olacak.
Boşluk doldurmak için metni çözümlemek gerek. Bilge Karasu ‘metnin güttüğü okur” ile “metni tüketmek” diye iki ayrı süreçten söz ederdi. Birincisi metinin sezdirmelerle, çağrışımlarla, metinlerarasılıkla okura anlam kurmada destek olmasını kastediyor. İkincisinde ise, metni çözümleme sonucunda anlamlandırmayı ifade ediyor.
Bu yüzden okurun belli türden donanıma sahip olması gerekiyor.
Küçürek, ya da kısa kısa öykü türünün sözcük ekonomisini gözettiğini bilmek gerekir.
Yanı sıra şunları;
Küçürek öykünün şiire en yakın düzyazı türdür.
Ana odaklanır.
Anlam açısından yoğdur.
Başlıklar çözümlemede önemlidir.
Sayfada geriye kalan boşlukları okurun doldurması gerekir.
Bu tür öykülerin yazım süreci kuyumcu işçiliği  titizliği ister.
Hız çağına seslenen düzyazı türü olduğu iddia edilir.
Türkçe’de ve başka dillerde bunların yetkin örneklerinin verildiğini, en azından bunlardan birkaçının okunması önemlidir.
Sayın Editör,
Sonuç olarak boşlukları dolduran okurdur. O zaman etkin okur dediğimiz okur tipi açığa çıkmış olur.
Boşluklar da neredeyse gerçekliği çepçevre sarıp temsil etmeye soyunur.

Öyle değil mi? 

30 Nisan 2016 Cumartesi

EDİTÖRE MEKTUPLAR 7

Sayın Editör,
Kitap baskıdan çıkmak üzereyken yazayım istedim. Kitap yayınlatmak zor. Hem de nasıl.
Buna girmeyeceğim. Yeterince geçmiş mektuplarda bunu kaleme aldım sanırım.
Benim bu kitabı Bilge Karasu ve Ferit Edgü’ye ithaf nedenim üzerine biraz söz almak istiyorum.
Küçürek öykülerimi topladığım bu ilk öykü kitabımdaki ithaf yazım şöyle:
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndan çıktığım Bilge Karasu,
 O’sundan  çıktığım Ferit Edgü için,
Bilge Karasu benim üniversiteden hocam. Aklımda Kılavuz adli kitabının yayınlanmadan önce dosya üzerinden çözümlemesini yaptığımız Metin Okuma ve Yazma dersi geliyor.
Sonra bir kibriti beş sözcükle nasıl betimleyeceğimiz üstüne yaptığımız o ders.
Sonra kedisi Bıyık ile tanışma. Derslerimiz onun ödül almak için Amerika’ya gitmesiyle aksayınca, telafisi için evine gidip işlediğimiz ders.
Bir de dersin birinde ona, Hala yazıyor musunuz? diye sorduğum o çiğ soruyu unutmam olanaksız.
Yazıya ilişkin ilk gözlemlerim, kavrayışlarımı ona borçluyum. Onun yapıtlarına.
Bu yüzden yazmak eylemimi bir biçimiyle etkileyen yazardır Karasu.
Ferit Edgü’ye gelince… Onu yapıtlarından tanıyordum. Yazınsal anlayışını, anlatımını, sözcük ekonomisini. Öykülerinde, romanlarında yer alan felsefi arka planı.
Sonra Edgü ile İstanbul Kitap Fuarında tanıştım sonra. Hazırladığım Edebiyatta Felsefe dosyası için ondan yazı istedim.
Hoş ona ulaşıp sonra yazısını alamadım. Ama onu gün yüzüyle görmüş oldum.
Yazı anlayışım üstünde tüm yazarların emeği olsa da bu iki yazarı ayrı tutuyorum. Onlar gibi yetkin yazmak isterdim.
Bu ilk kitap bu iki ustaya saygı niteliğinde.
Kitap okurla buluştuktan sonra; tepkilere bakarak olmuş mu, olabilmiş mi o zaman göreceğiz.
Neden özellikle bu iki kitap?

Bunu da bir başka mektupta kaleme almak isterim.

26 Nisan 2016 Salı

EDİTÖRE MEKTUP 6

Sayın Editör,
1995’te Adnan Özer ve Özcan Karabulut’un yönettiği  Düşler Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküyle her şey başladı.
Ortaokul yıllarından beri yazdığım günlükler öykü formuna döndü böylece.
O gün bu gün öykü yazmayı bırakmadım.
Küstüğüm oldu. Öyküye değil. Sezer Ateş Ayvaz’ın deyimiyle edebiyat tanrısına.
Ara verdim.
Kalemden uzak durdum.
Sonra yeniden bir ses, renk, kokuda yakaladı beni öykü.
Yazdım yeniden.
Başta her yazdığımı öykü sandım. Tomris Uyar Varlık dergisinin genç kalemler bölümünde benim için, “Yolda’nın yazarı öykünün felsefe kaldırmadığını bilse ileride usta işi öyküler yazabilir,” diye yazdı.
Sonra  Ankara Öykü Günlerinde Hürriyet Yaşar dosyamı okudu. Öneriler sundu.
Öykülerim M. Sadık Aslankara tarafından okundu.
Ayla Kutlu’nun da eline değdi.
Öykü, edebiyat dergi editörlerinin her gönderdiğim öyküyü yayınlamaması iyi bir okul oldu benim için.
Sonra diğer dergilerde göründüm.
Artık beş, on yıl gecikmenin, sabretmenin sonuna geldim.
İlk göz ağrım. İlk öykü kitabım çıkıyor Sayın Editör.
Doğum gerçekleşiyor.
Umarım edebiyat yolum uzun soluklu olur.

Bir yazar başka ne ister ki?

12 Nisan 2016 Salı

AYŞEGÜL ÇELİK

KÂĞIT GEMİLER*


    Anlatıcının öykü kitabının girişindeki ilk seslenişi, çarpıcı bir son söz olarak da okunabilir: “ Ey okur, masallar bizim gibi fakir fukaraya mı kalmış? Gerçek bizim neyimize yetmiyor?”
     İşte bu sorudan sonra sanki yazar, gerçeğin bize neden yetmediğini, daha doğrusu neden yetemeyeceğini anlatmaya koyulur.
     Ayşegül Çelik, verili gerçeğin çelişkilerini masal anlatımında okura inceden inceye sezdirmeyi başarmış. Her gün televizyon ekranlarından akıp duran doğal gerçek, bir yerde insanı duyarsızlaştırmış. Gerçeğin bu sıradan dilini kullanarak anlatılacak olan öykü ne kadar etkili olabilirdi? Bundan olsa gerek yazar, masalsı bir anlatımla okuru daha ilk adımda, o kurmak istediği büyülü gerçeğin içine çekiyor. Zamanın hızına eksilerek yetişmeye çalışan okur, kitaptaki efsunlu anlatı ormanına vicdanından kaldığı kadarıyla giriyor. Okur farkında olsun ya da olmasın, öykülerde ilerledikçe vicdanının eksik kalan yanının arayışına girişiyor. Bu onun kendi varlığını tümleme çabası olarak da görülebilir. Bunu başarması anlatıda,  ötekini ‘kocaman bir bütün’ olarak görmesi için bir önkoşul olarak değer kazanacaktır.
     Kitabın girişinde anlatıcı/yazar, “ Sadece bir masal aktaraca(ğını)” söylese de, masaldan öte, gerçeğin insanı inciten kesiklerine “ avaz avaz bağıran avuçları(nı)” uzatır.
     Kitabın ilk masalı ( Afsun), anlatıcının genç yaşında yaban ele giden ablası Sitare’nin anlatısından oluşuyor. Aslında bunun aynı zamanda anlatıcının annesinin de masalı olduğunu, onun da bir yazar olduğunu fark ederiz.
     İkinci masalda ( Kuşlar) Yıldız anlatılır. Sanki Sitare burada Yıldız olarak karşımıza çıkar. O büyülü Deli Orman’ı kurmaya çalışan bu anlatı dünyasında, adlar o kadar önemli midir? Önemli olan her söz alışta, insan’ın anlatısının dile gelmesi değil midir? Bu ikinci masalda iç dünyasını dokuma tezgâhında ilmekler örerek; bir başka dünyanın canlılarını, kuşlarını, renklerini anlatan bir genç kız, Yıldız söz alır. Dokuduğu tezgâhta dile gelen, varlık bulan bir efsunlu dünyanın renklerine, o dilden anlamayanların hoyratça el uzatmalarına tanık oluruz. Burada da yazar, eğretilemeyi ustaca kullanır. “ Bıçağın biteviye hırıltısını bastıran tuhaf bir çığlıkla inledi ortalık.” (s. 17) O çığlık, şu anda gerçeğin gözümüze bir kıymık gibi battığı iletişimsizlik dolu yaşantılarımızda, bizim adımıza atılmış bir çığlık değil midir?
     Özellikle yazıyla, çiziyle uğraşanların ilgisiz kalamayacağı bir başka efsunlu masal/öykü, Kelimeler Masalı’dır. Bu kez dil içinden, bir başka dile yönelir anlatı. Binbir Gece Masalları gibi; masalın sözü, sesi bir başka masalın sözü, sesi olur. Bir yaratılış masalıdır Kelimeler Masalı. Öyle görünür. Ama dilin ( bir anlam dizgesi olarak) yaratılış ve bozuluşunu konu alan bir masal olarak da okunabilir. İnsanın insana taşmasını engelleyen bir iletişimsizlik masalı. Bu masalda lisan tamircisi, bizi çoğaltması gereken sayısız dillerin onarılması için çalışır. Böylesi güzel dillerin ırmak seslerini, bulut renklerini, taşlarını, rüzgâr parçalarını, nehir seslerini yitirdik. Bu yüzden içimizde o eski güzel dilin uyanacağı ana kadar, “ Saklandıkları ormanla beraber defterin arasına kıvrılıp gözlerini kapat(tır),” (s.23) kelimler.
     Sonra Gökteki Kara Boncuk adlı masalda yokluktan bahsetmek isteyen kelimeler söz alır. Anlatılan çağcıl bir aşk değildir. Ama bu dünya sırtında yaşanmış olması muhtemel bir kendini adama masalıdır okunan.  
     Deli Dumrul’da** da Azrail’le girdiği pazarlıkta, canına can arayan, onu bulamayan bir çaresiz anlatılır. Deli Dumrul’a aradığı canı, eşi sanki tüm Anadolu kadınları adına verir. Annesi, babası, kölesi Kırk Yiğit bile canını ondan sakınırken. O zaman affedilir Dumrul’un canı. Öyle ya böylesi büyük bir sevi karşısında Tanrı bile insanın yazgısını bozar.  
     Kısacası, “ Yüzlerini güneşe çeviren, göğün mavisini hızla arttıran(ların)” (s.29) masalıdır Gökteki Kara Boncuk. Bir kadim zaman masalı.
     Her dinde, her dilde yürekler aynı gerçeği taşır. Önemli olanın, bunu görmek olduğunu Toprağın Öyküsü’nde anlarız.  Bu aynı zamanda,
“ Hayat(ın) tepeden tırnağa bir ağrıdan ibaret,” (s.40) olduğuna tanıklıktır.  “ Gerçek bizim neyimize yetmiyor?” diye sormuştu başta anlatıcı. Bu sorunun yanıtını, Toprağın Öyküsü’nde buluyoruz işte:
     “ Gerçek yürekte taşınan bir ağrı(dır)” (s.40)
     Sırf bu yüzden Kâğıt Gemiler, yürekte taşıdığımız gerçeklere bakmamızı, onların ağrısını yeğnileştirmemizi sağlayacak bir uzun öykü olarak da okunabilir.
     Söz konusu olan bu masalda, oğlu Ahmed’in “ Cehennemin basamaklarında durduğumuzu, ömrümüzü başkalarının ördüğü yalanların içinde geçirdiğimizi ve dünyanın böyle bir yer olmaması gerektiğini,” (s. 41) anlamasını bekleyen bir kadınla karşı karşıya kalırız. Öyküde dünyaya ilişkin bir itiraz yükselir. Diğer masallarda ise bu çığlığı, iyiyi göstererek okura duyurur Ayşegül Çelik.
     Her öyküde bir kadın vardır. Ya erkeğinin önünde ya yanında,  ya da arkasındadır. Beyaz Kelebek’te yine büyülü bir masalda dile gelen bir kayboluşun, yersiz yurtsuzluğun anlatısını dinleriz.  Okuru her anlatıda dişil, anaç bir dil karşılar. Verimlidir bu dil. Gösterir, sordurtur, vicdanın o eksik kalan bölümünü aramaya yöneltir. Bizi içine alır. Sarıp sarmalar. Ceylan’ın kayboluş öyküsü olan bu masalda da durum aynıdır.
    Çöl Gemileri adlı öykü de köksüzlüğü anlatır. Nereden geldiği bilinmeyen, bu yüzden nereye gideceği de kestirilmeyen kadınların, genç kızların masallarıdır bu dile gelen.
     Gitmek istediği yeri, yolu henüz bulamayanların dilini anlatan bir başka masal olan Çöl Gemileri’nde, Ahmed’in söz almasıyla Mari’ye (Meryem) rastlarız yeniden. Henüz masalın dili, Mari’nin öyküsünü bitirmemiştir çünkü. Hangi masal, hangi insanın öyküsünü bitirebilmiştir ki? Bu yüzden hiç bitmeyen masallar okuruz Kâğıt Gemiler’de. Okur kâh masalı öyküye çevirir, kâh öyküyü masala. Her çevrimde baktığı yine kendi sureti, yaşamıdır aslında. Okurun kitaptaki masalların büyüsüne kapılması bu yüzdendir. Anlatıcı, okurun aklının masal ilerledikçe büyüyeceğini, içine kurt düşeceğini başta söylememiş miydi? Yazar büyülü gerçeğin, verili gerçeği kanattığı her yerde yeniden bir dünya, düzen kurulacağına ilişkin bir umut yeşertir okur içinde. Bu durum yazarın öykülemedeki başarısının getirdiği bir sonuçtur. O sadece masal diliyle işaret eder. O işaret de bir efsunda, bir insan yüzünde, sözünde varlık bulur.
     Parçalanmış hayatların anlatıldığı, yaşamını koca yalanlar üstüne kurmak istemeyen Mari’nin oğlu Ahmet, iki farklı inancın dilsiz insanlarının dili olur. O da bir lisan tamircisi gibi çıkar karşımıza Çöl Gemileri’nde:
     “ Eğer taş üstüne taş koymayacaksak, omuzlarımızdaki kuvvet ne işe yarar? Birbirimizi yerden kaldırmayacaksak, neye uzanacağız bu kollarla? Merhamet bile hatırımıza gelmeyecekse, içimizde oturan bu iyiliğin anlamı ne?” (s.63)
     Ahmet hepimiz adına söz almış gibidir. Dilsizliğimize dil olur:
     “ Eğer bu dünyayı kuran Tanrı olsaydı, şimdi onu bu kadar incitip kanatmaya bizim gücümüz yeter miydi hiç?” (s.63)
     Kâğıt Gemiler, bir kadın anlatıcının dokuma tezgâhında ilmek ilmek biçimlenen ışıltılı bir kilim olarak da görülebilir. Diyelim ki Afsun kilimin (anlatının) başında ortaya çıkar. Araya başka ilmekler, renkler (öyküler) girer. Sonra yeniden karşınıza Ah, Seni Bahtsız Yalnız’da çıkar yeniden o ışıltı. Kilimin öteki ucunda.
     Yazar insana olan umudunu Ah, Seni Bahtsız Yalnız’da şöyle dile getiriyor:
     “ Bir dahakine, daha iyi varlıklar olarak doğduğumuzda, bizden saymadıklarımızın canını yakmamayı, her şeyi kocaman bir bütün olarak sevmeyi öğreneceğimizi biliyorum.” (s.65)
     Böyle bir umut olmasa masalın bu büyülü dili, gerçeği neden kanatıp dursun ki?
     Bir başka yerde, gündelik yaşam gerçeklerinin içini kanattığı insanlara seslenmeyi başarmış yazar:
     “ Hey yaralı, yaralarından yana nasılsın?” (s.65)
     Bu sesleniş, betimsiz bir sorgulamanın hem ilk hem son kapısıdır.
     Deli Orman’da karşımıza yeniden yezidi Afsun çıkar. Yazar dokuma tezgâhında, öteki ucu kilimin başında olan bir başka ilmek daha atmıştır:
     “ Yaz: Bugün herkes yeterince incitilmiştir.” (s.78)
     Böyle seslenir anlatıcı dokuma işliğinin sonunda. Son Hikâye’de anlatıcı kadın yazarın, neden kalemi eline aldığına ilişkin olan mesel de böylece sona ermiştir. Anlatan aslında bir anne sesidir. Kilimi (Deli Orman) dokuyan eller de, onun elleridir.
     Kâğıt Gemiler’de anlatıcının söyleyecek sözü “ bittiğinde içi(nizde) başka biri varmış da, gözleri(nizden) bakan oymuş gibi durup,” (s.60) bu kez siz söz alacaksınız.

Kâğıt Gemiler/ Ayşegül Çelik/ Yapı Kredi Yayınları/ 79.s
   

* Ayşegül Çelik, 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülünü alan Kâğıt Gemiler adlı dosyasını kitaplaştırdı. Ödüllerin yazara sorumluluk yüklediği söylenir. Eksik. Ödüllerin bir işlevi de bazen, Kâğıt Gemiler gibi yetkin dosyalara, okurun dikkatini çekmesidir.

** Deli Dumrul, Güngör Dilmen, Mitos Boyut yay., 1998
Bu yazı Cumhuriyet Kitap ekinde yayınlanmıştır.

4 Nisan 2016 Pazartesi

EDİTÖRE MEKTUP 5

Sayın Editör,
Hafta sonu önemli bir şey yaptım. Adana tiyatro festivalinden zar zor bilet aldım. Elimdeki bilet Tesir adlı tiyatro oyununa ait. Ona gitmeyi planladım. Öteki planım da oğlumla Batman ve Superman’e gitmek oldu. İlk plan gerçekleşmedi kimi önemli ve güzel nedenden dolayı. Ama ikincisini gerçekleştirdim. Oğlumla filme gittim. Adana’ya izlemek istediğim filmler bir türlü gelmiyor. Oğlum için bununla idare edebilirdim. Oğul, babaların Batman ile Superman tişörtleri giydiklerini görmek hoştu. Çünkü biz Superman’in çizgi romanlarıyla büyüdük. Birden çocukluğum geldi aklıma.
Film idare ederdi işte. Tek garip olan şey, Marvel’in mitolojik karakter filmlerinde de kötülüklerden bizi hep Amerikalıların kurtarması. Her zaman Sam Amca imdadımıza yetişiyordu. Her yerde, her türlü kötülükten bizi koruyordu. Sonra bu filmde de, dünyayı kötü hale getirdiler, ama yine de bir çıkış yolu var. Umutluyuz, demeye getiren replikler işittim(okudum). Chuck Palahniuk’tan biliyorum. Edebiyatın gerçeği bozan, dönüştüren dilini. Toplumsal, verili olan gerçeği; şiddet, porno, küfür olarak bir anlatım, eleştiri nesnesine dönüştürüp yeniden önümüze koyuyor yazar. Verili gerçeğin dilini bozarak, yüzümüze bir şamar gibi yeni eleştirel dil/tokadını vuruyor Palahniuk. Bir de George Orwell’in 1984’ünde Büyük Birader de gerçeğin dilini bozuyor. İnsanlar arasında iletişimi bozmak adına. Açıkçası 1984’ün gerçeği bozan dili gibi bir bozma eylemi değil Chuck Palahniuk’taki. O distopyadaki dil, gerçeği bozma hayra alamet değil. İşte Batman ve Superman’daki az önce verdiğim replik, 1984’ün o hayra alamet olmayan verili gerçeği tersinlemekten, bozmaktan başka bir şey değil. Dünyanın bozulmasında en büyük katkısı olan kişi kalkıp, dünyayı bozdular, diyor karakterlerin ağzından.  Buna psikolojide Freud amca karşıt tepki geliştirme, diyor. Ya öyle Sayın Editör, dünya bu tür tepkiler üzerine kuruluyor. Bu yaşamımızın yeni uzay çağı böyle artık. Söz konusu uzay çağının da bir dili var. Kötülük uzaktan, uzaydan, sonsuzluktan gelecek. Sonra biz sizi kurtaracağız. Anneler de çocuklarını böyle korkutuyordu susturmak için Sayın Editör. Anımsarsınız siz de. Bak iğneciyi çağırırım. Ayı gelip seni ham yapar. Sus yoksa o adam gelip seni alır. Şimdi korkuyoruz. İçimize işledi korku bir kere. Altımıza yapmak üzereyiz. Yetişin bu distopyayı bozalım Sayın Editör.
Eve döndük sonra. Oğlum hayali düşmanlarla savaşmaya başladı. Kendi oyununu kurdu salonun ortasında. Benim ise karnım toktu Sayın Editör. Yemezler, dedim çıktım işin içinden.
Sağlıcakla kalın.


Kitapsız bir yazar. 

31 Mart 2016 Perşembe

SEZER ATEŞ AYVAZ'IN TAMİRİS'İ

GÖSTERGELER ÇAĞINA ÖYKÜLER


1/
Tamiris’in Gecesuçları’nda yabancı, ayrıksı dünyadan fotoğraflar çekip önümüze koyuyor Sezer Ateş Ayvaz. Savaştaki, ikili ilişkideki kanıksamanın ( Raylarda Makas, Çıngıraklı Kapı), anne sevgisi yoksunluğunun (Su İle Her Şeye Hayat), tutkunun ölüme/öldürmeye yakınlığının ( Tamiris’in Gözleri), yaşamın hızına yenik düşmenin (Açık Pembe Üçgen), elginlik anlarının (Bizim Denizimiz Değil), zamanın acımasızlığının ( Soneşik, Kurumuş Kan Renginde), benlik yitiminin (İkinci, Karar Anı) kısacası yaşam içindeki savruluşların (Gecesuçları) ayrıksı anlarını anlatıyor yazar.
“ Pencerenin önünde oturup, gözlerini dışarıya dikiyorsun, sana bütünüyle yabancı, ayrıksı bu dünyaya… Dingin, heyecansız… İçine korku salan güzelliğe bakıyorsun…”

2/
Yazar/anlatıcı öykülerde bazen bir iç sesle veriyor umutsuzluğu. Kitabın ilk öyküsü Raylarda Makas’ta, trenlerle taşınan bombalardan söz edilir. O vagonların taşıdığı ölümden. Öyle ki, kimse bunun bilincinde değildir. Çoğu kişinin kılı bile kıpırdamaz. Tepkisizdir. Savaş burada hem iç, hem de dış gerçeklik olarak ikili anlamıyla yer alır.
İç dünyadaki savaş, iç seslerle verilir. Bu sesler öyküye derinlik katıp, yeni anlam katmanlarının açılmasını sağlar. Raylarda Makas, kurguyla gerçekliğin iç içe geçip, sınırların belirsizleştiği bir öykü olarak karşımıza çıkar.
                                   “ (Savaş) kimi zaman açıkça, kimi zaman sinsice yayılarak, bir ur
                                   gibi kuşattı seni… sizi… Hayatın gizli yüzündeydi… 
                                   Yanındaydı…” (s.16) 

3/
Çıngıraklı Kapı, Su ile Her Şeye Hayat ve özellikle Soneşik’te yitirilip gidene (zaman, sevgi) karşı belirgin bir hüzün duyulur. Çıngıraklı Kapı’da yitip giden mutlu günlere, Su İle Her Şeye Hayat’ta anne sevgisi yoksunluğuna karşı yaşanır hüzün.
Soneşik’te iki farklı ortamın anlatımı vardır. Bu iki katmanlı anlatımda önce anlatıcı/yazarın annesi tarafından yıkandığı an vardır. Sonra da anlatıcının annesini yıkama anı. Bazen iç içe geçer bu ortamlar. Birbirine karışır. Bunlara paralel olarak bir çocukluk masalı öyküde yerini alır. Bu masal Asi Nehri kenarında geçmiş bir çocukluk zamanından kalmadır. Bu masalla birlikte anlatıya bir katman daha eklenir. Böylece bu çok katmanlı anlatımda duygu yoğunluğu artık doruğa yükselmiştir.
Hüzün çoğu öyküde geçmişe duyulan özlemden kaynaklanmaz. Hüzün burada, varlığın şimdiki zaman içindeki durumunu vermesi açısından önemlidir. Öykülerde hüzün belirgin bir duygu olsa da, özneyi bir anlamda silen, yabancılaştıran yaşama anlarına karşı açık bir isyan da yer alır.

4/
Su İle Her Şeye Hayat’ta Madam Suzan, annesinin kapıyı açmasını bekler. Kurumuş Kan Renginde adlı öyküde ise, anlatıcı/yazarın “ içi(n)deki tüm duyguları silen, yerini bezginliğe bırakan kapı açılma töreni(yle),” karşılaşırız. Özcesi Sezer Ateş Ayvaz’ın öykülerinde kapının simgesel bir değeri vardır. Geçiş, yitiriş, anımsama, bekleyiş, zaman, yeni, kuşku, giz, umut… Kapı öykülerde bazen biri, bezen de tüm anlamları içinde barındırır.

5/
Kapı kadar, geceye de yoğun bir simgesel anlam yüklemiştir yazar. Gecesuçları deyişi, bitişik yazımı özellikle dikkatimize sunulur. Ertesinde okur bakışı gecenin kuytularında, ışıkları altında dolaşmaya başlar. Öykü zamanı olarak genellikle gece seçilmiştir. Çünkü gece, kimi zaman bir ayrılık, kopuş; kimi zaman da yaşama tutunma çabası, gri yaşama anları, yaşam içinde yitiş, maskesizlik anlamına gelmektedir.

6/
Öykülerin çoğunun parçalar, bölümler şeklinde yazılmış olması yazarın bilinçli bir seçimi olsa gerektir. Bu bölümler birer fotoğraf karesi gibidir. Yan yana dizili durur. Bazen karmakarışıktır. İç içe geçmiştir. Hem geçmişin silik/belirgin izlerini, hem de şimdiki zamanı gösterirler. Bu parçalı, bölümlü anlatım aynı zamanda öznenin günümüzdeki parçalanmışlığını vermesi açısından da dikkat çekicidir. Öykülerde insanın hem zihinsel olarak, hem de toplumsal bir varlık olarak parçalanmışlığı, dağılmışlığı yer almaktadır. O yüzden ‘ben’ günümüzde tepkisiz, kişilik olarak silik ve göstergeler çağının hızına yetişmeye çalışan bir yalnızdır. İşte o yalnızlık anlarının anlatımıdır biraz Tamiris’in Gecesuçları.   

7/
Tamiris adıyla ilk kez dördüncü öyküde karşılaşıyoruz (Tamiris’in Gözleri). Son öyküde de (Kahve Rengi Öykü) Tamiris’in, “ İmgelerle savaşıp yenik düşen kör bilici,” (s.111) olduğunu öğreniyoruz. Tamiris, günümüz yazarının içinde bulunduğu umutsuz durumu temsil eder. Yazar da öznenin bu parçalanmışlığından payını alır. Yazarken, imgelerle savaşırken büyük bir ayrıksı dünyayla, gerçeklerle karşılaşır. Bu bir anlamda umutsuzluk içine atılmak anlamına da gelir. Bu yüzden Tamiris bazen anlatıcı/yazarın kendi iç sesi, vicdan oluyor. Bazen de apayrı bir öykü karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Ne olursa olsun Tamiris’le simgelenen, sanatçı duyarlılığı ve onun beraberinde getirdiği mutsuzluk, yabancılaşmadır bir bakıma.

8/
Öykülerin çoğunda bir iç ses var. Öyle ki, kimi öykülerde anlatıyı bu iç sesler kuruyor. Bu iç sesler yer yer yazar, anlatıcı, vicdan, karakter iç sesi, ya da Tamiris, anne olabiliyor. Tüm bu sesler, söylemek istediğini bir çırpıda bağırarak söylemiyor. Okura düşünme alanları aça aça söyleyeceğini söylüyor. Seslerin bir başkaldırıya, bir çağrıya dönüştüğü anlar da oluyor. O zaman sorgulamaya, düşünmeye, seçmeye yöneltiliyor okur. Bu bize Sezer Ateş Ayvaz’ın öykülerinde felsefeyi nasıl da başarıyla yapılandırdığını gösteriyor. Çoğu öykü, düşünsel bir derinlik taşıyor. İşte böylesi bir düşünsel boyutta öyküyü kuran iç sesler, öykünün temini kurmada bir mihenk taşı oluyor.
                                   “ Kanıksadığın bir bedende sen ne hissettin?” (s.22)
                                   “ O kadını öldürecek olan şeyin kendi içindeki                                                          
                                   tutku olduğunu biliyordum.” (s.38)
                                   “ İlerle, parçası ol akışın! Öyle ki, hız ol sen de!        
                                   Durma!” (s.58)  

9/
Tamiris’in Gecesuçları’nda yazar, kurumuş kan rengindeki insanlık durumlarını anlatır bize. Tamiris olarak, kimi kez de Tamiris’in gözlerinden. Burada anlatılan bir saptamadan ötedir. Bu, aynı zamanda yaşananlara karşı bir çıkıştır. İlişkilerimizde eksilip durmamıza karşı bir başkaldırıdır. Bu başkaldırıyı hepimiz adına yaparcasına şöyle seslenir anlatıcı/yazar:
                                   “ Tek sen kaldın. Sen! İkinci ol! Bul artık,
                                   belleğinde silinen izleri…” (s.50)

10/
Kitabın üçüncü öyküsünde de ( Su İle Her Şeye Hayat) başat duygu hüzündür. Anne-kız ilişkisi bağlamında bize çeşitli sorular sordurtur bu öykü. Bunu da, ikisi arasında yitmiş olan sevgilere bakarak yapar.
Bu öyküyü okurken hüzün bir müziğe dönüşür sanki. Okurken size bir eski musiki sesi eşlik eder gibidir. Geri dönüşlerle, Suzan’ın zihnindeki o yitmiş zamanlara bakarız. Onunla soluklanıp, onunla yoruluruz. Bir adım daha… Yürürken sağda solda gördüğü yapılara, çeşmelere bakar Suzan. Gördüklerinin kendisinde yarattığı çağrışımları sese dönüştürür. Anlatır Suzan. Annesinin yıllar önce çocuklarını nasıl da bırakıp Paris’e gittiğini, bunu nasıl yapabildiğini.  Artık Suzan da annesi gibi yaşlanmıştır. Ayrılığı, kopuşu, sevgisizliği sorgulamak için artık çok geçtir. Suzan annesi Madam Anie’ye öykü sonunda şöyle seslenir:
“ Geç kaldın Madam Anie. Çok geç artık.”(s.35) 
Annesiyle buluştuğu pastanede çantası yere düşer Suzan’ın. Dağılır gürültüyle. Bu dağılma, tıpkı kendi yaşamındaki gibi sesli bir sessizlik içinde gerçekleşir.

11/
Tüm öyküler belirgin bir yaşanmışlıktan besleniyor. Taşıdıkları doğal, bir o kadar katmanlı anlatım onun için okuyucuyu içten sarıyor.      
“ Ne yana baksan; avuntusuz, kıstırılmış hayat…” (s.27) dese de anlatıcı/yazar, tüm bunları öyküleştirmek aslında yaşam karşısında direnç kazanmak değil midir?
Bu bağlamda Tamiris’in Gecesuçları; umutsuz, avuntusuz yaşama anlarını anlatsa da, aslında umudu büyüten öyküler olarak karşımıza çıkar. Çünkü belli bir noktadan sonra tüm öykülerde Sefira’dır yazar. “ Dünyayı sözcüklerle değiştiren gezgin(dir.)” (s.111) Sözün insanı değiştiren gücüne inanır…



--------------------------------------------------------
*Cumhuriyet Kitap ekinde yayınlanmıştır.
Tamiris’in Gecesuçları, Sezer Ateş Ayvaz, Can. Yay, 2005, 112 sayfa
 


30 Mart 2016 Çarşamba

EDİTÖRE MEKTUPLAR 4

Sayın Editör,
Dün gece uykum kaçtı. Bilmem sizin de varoluş üstüne sorularınız uykularınızı kaçırıyor mu? Ben de kalkıp Experimenter (Deneyci) filmini açıp izledim. Bunu Ot dergisinde, yazılarını ilgiyle okuduğum Murat Menteş önermişti. Film çarpıcı. Film bittiğinde uykum beni hepten terk etti. Çünkü insanın iç dediğimiz görünmez dünyasını açıklayan Freud adının yanına sosyal psikolojinin kurucularından Stanley Miligram’ı da eklemek gerekiyor diye düşünüyorum. İnsan kukla olduğunu bilmez, diyor sosyal psikolog. Ancak iplerini görebilir. Farkındalık, özgürlük için ilk adımımız olabilir.
Filmde Miligram’ın itaat olgusu üstüne deneyler yapıyor. Bini aşkın denek kullanıyor. Herhangi bir komuta, insan canına kast edebilecek kadar neden uyuyoruz? Özgür irademizi terk edip yönergelere neden uygun davranıyoruz? İnsan niçin verilen emir yüzünden, neden başkasının canına kast edebiliyor? Sosyal psikoloğun yanıt aradığı sorular bunlar. Deneklerden bazıları komuta uymayı, karşıdakine acı çektirmeyi deneyin önemli bir parçası olarak kendilerini hissettikleri için başvurduklarını açıkladılar.
İnsan kaynağı ne olursa olsun (din, ahlak, kanun, ideoloji, işletme yönergesi) verilen emir karşısında nasıl oluyor da özgür iradesini terk ediyor?
Asıl can alıcı sorun burada. İnsan türlü katliamlar yaptı. Hala adı ne olursa olsun benzer katliamlara imza atmayı sürdürüyor. Burada insana olan umudun boş olduğunu görmüş oldum. Hiçbirimiz güvende değiliz. Her an verilecek komut, birilerini bizim katilimiz yapabilir. Birileri kendisine verilecek komut yüzünden özgür iradesini terk edebilir. Canımıza kastedebilir. Zaten böyle bir süreçten geçiyoruz, dediğinizi duyar gibiyim. Stanley Miligram da, benim değerim hep böyle günlerde anlaşılır. Adım o zaman anılır demeye getiriyor.
Filmde insanların gerçekle yüzleşmeyi nasıl da reddedip savunma mekanizması (yadsıma, inkar) kullandıklarını da görüyoruz. Bu da önemli bir vurgusu olmuş filmin. Miligram için tezlerini kabul ettirmek kolay olmamış bu yüzden.
Filmi izledim. Huzurum kaçtı. Ama itaat eyleminin günümüzde hala ne kadar önemli, güncel olduğunu bir kez daha fark ettim. İnsanın gökyüzünden sarkan iplerini görmek açıkçası epeyce beni sarstı sayın editör.
Sağlıcakla kalın.


Kitapsız bir yazar. 

28 Mart 2016 Pazartesi

EDÖTÖRE MEKTUPLAR 3

Sayın Editör,
Bu kez mektubu sabah yazıyorum size. Oğlumu az önce okuluna bıraktım. O uyanmadan önce yarım saatim var. Ben de Kitabı Mukaddesi elime aldım. Okumaya başladım. Nuh tufanına kadar geldim Tevratta. Yaşar Kemal’den okumuştum. Ne zaman şiirsel yazmak istersem Kur’an, İncil okuyorum, diye. Benim okumamın nedeni şiirsellik değil. Leyla Erbil’in Hallaç adlı öyküsünde geçen bella, balak, bella cohen kelimeleri yüzünden. Bu söyleyişler beni hem Kitabı Mukaddese götürüyor hem de James Joyce’ın Ulysses adlı yapıtında geçen Bella Cohen’e. Okudum yarım saat boyunca kutsal kitabı. Kitabın girişinde bir yerde şöyle yazıyor. “Hanok Allah ile yürüdü, gözden kayboldu; çünkü onu Allah aldı.”
Sonra oğlumu uyandırma saati geldi. Uyandırdım. Yüzünü yıkadı, giyinmeye başladı. Kahvaltısını kurdum. Oturdu masa başına. Ama dili açıldı anlatmaya başladı. Ben aslında bir kahraman olmak istiyorum, dedi Sayın Editör. Şöyle kollarımda füzelerim. Arkamda da her an ateşlemeye hazır füzelerim. Bir de uzaya kadar çıkabilecek bir gücüm olsun. Korumalı. Demir Adam ancak gökyüzüne çıkabiliyor. Soğukluğa dayanamıyor. Ama ben dayanacağım. İşte öyle benim çocuğun hayal gücü. Daha ne kadar şey anlattı. Garip geldi bana. Işınlanma. Yok olma. Birden ortaya çıkma anlatısı. Ama az önce alıntıladığım kutsal metinde de aynı şey vardı. Bazen bazıları bu dünyadan kayboluyor. Allah onları alıyor. Aynen böyle yazıyor. Düşle, gerçek işte. Çocuğun dilinde saçma. Ama bir kitapta yazınca ‘gerçek’ oluveriyor.
Neyse nereden nereye geldim. Bu mektupta da sözü kendi öykü dosyama getireceğim. Çok oldu göndereli size. Siz de haberleşmek üzere, demiştiniz. Ama bunca zaman bir haber çıkmadı sizden. Sessizliğinizi kötüye yorumladım. Ama benim yorumum bu. Ya sizin? Lütfedip dosyam hakkında birkaç şey söyleseniz, beni ne kadar çok mutlu edersiniz bilseniz.
Kolay gelsin.


Kitapsız bir yazar.

27 Mart 2016 Pazar

ZORUNLU AÇIKLAMA...

Editöre Mektuplar başlıklı yazı dizisinin gerçekle herhangi bir ilişkisi yoktur. Söz konusu mektuplarda geçen her şey kurgudur. Yazar bu mektupları yazarak, yeni anlatım olanakları için esin aramaktadır. 

EDİTÖRE MEKTUPLAR 2

27.03.2016
Sayın Editör,
Geçen mektupta tarih atmadığımı fark ettim. Şimdi attım.
Dosyamı size göndereli çok oldu. Ben bu arada metinden metine doğru yol aldım. Yetkin anlatım olanaklarını keşfettim. Söz ettiğim bu metinleri okumadan önce benim için yok hükmündeydiler. Onları okuyunca, metin dile geldi. Var oldu. Bakın sizin iş yükünüz yoğun olabilir. Ama yine de ben şunu çok merak ediyorum. Siz dosyamı inceleyecek zamanı buluncaya dek, ben farklı anlatım olanaklarının esiniyle, farklı bir öykü dosyası daha kotardım. Demlemeye bıraktım. Ki sonra çapaklarını alabileyim. Bu durumda küçük bir sıkıntı çıkıyor. Sizden haber gelene kadar, ben önceki dosyamı aşmış oluyorum. Yani ondan daha yetkin bir dosya üretiyorum. Tema olarak, kurgu, anlatım olarak. Şimdi bunu ne yapacağım? Olasılıkla dosyamı reddedeceksiniz. Bu durumda yeni dosyamı da size göndermemde bir sıkıntı olur mu? Yoksa başka bir kapıya mı gideyim? Bu konuda da bilgi verirseniz mutlu olurum.
Yine de yayınevinde yerde üst üste yığılı duran dosyalar arasında en altta yer alan dosyamı erken okusanız da hemen haber verseniz. Ne iyi olur. Yoksa dosyalar elimde gittikçe şişiyor. Bilmenizi isterim. 
Sizden gelecek haber için, bekleyiş felsefesi bile oluşturabilirim.
Bunu dikkate alırsanız sevinirim.
İyi çalışmalar.


Kitapsız bir yazar.

25 Mart 2016 Cuma

EDİTÖRE MEKTUPLAR 1

Sayın Editör,
Bundan sonra sana böyle sesleneceğim.
Kim olduğunu, estetik beğenini bilmiyorum. Mesela hangi müzikleri dinlersin? Kitap yazar mısın? Basılı bir kitabın var mı? Yayınladığın kitaplar için ölçütün nedir? Gerçekten satışı daha çok mu önemsiyorsun? Yoksa senin için önemli olan metnin estetik değeri mi? Bunların hiçbirini bilmiyorum. Sadece hangi yayınevinde çalıştığını biliyorum. Bilgim söz konusu o yayınevinde, sırça köşkte oturan, işi sadece okumak olan, sürekli gün boyu kahve için biri ile sınırlı. Yoksa adını bile bilmeden ekli dosya olarak, kimi zaman basılı kağıt olarak dosyamı gönderiyorum. Bizim ilişkimiz böyle başlıyor seninle. Bilgisayarda boş bir beyaz sayfaya yazıyorum. Çoğu zaman o boş sayfanın sen olduğunu düşünüyorum.
Öykü yazıyorum. Öykülerimi yirmi yıldan bu yana seninkine benzer bir iş yapan dergi editörlerine gönderiyorum. Onların beğenisini kazanıp yayınlanan hayli öyküm var. Bu öyküleri dosya olarak sana gönderiyorum. Öykülerimin -artık- öykü kitabı bütünlüğünde olmasını istemek benim de hakkım. Çünkü sen de biliyorsun ki, basılı kitabı olmayan yazardan sayılmıyor bizim memlekette. Reddettin. Kaç kez reddettiğini artık ben anımsamıyorum. Yılmadan yeni öyküler yazıyorum. Dosya olarak sana yeniden gönderiyorum. Artık çalıştığın yayınevinin bir önemi yok. Çünkü dedim ya, ben ancak ret yazısının altındaki ada bakarak kim olduğunu öğrenmiş oluyorum. İlginiz için teşekkür ederim, şeklinde biten klişe iletiyle o kısacık iletişime son noktayı ben koyuyorum.
Sana kimi zaman buradan mektuplar atacağım Sayın Editör.
Bu mektupları da umarım reddetmezsin.
İyi çalışmalar.


Kitapsız bir yazar.

MURAT GÜLSOY

MURAT GÜLSOY’A MEKTUP*


     Eşikcini’nin önceki sayısında yer alan, ‘ Plajdaki Ayna’ adlı öykü üzerine yaptığınız çözümlemeyi ilgiyle okudum. Sait Faik’in adı geçen bu öyküsünde özellikle şu alıntıya takıldı gözüm, usum.
     “ … Gözlerini bize dikmiş mavi gözlü, elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk bir duman halinde, ama ne zaman istersem vücut haline getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında bir yerde uçuyordu. Durmadan geziniyordu.”
     Öykünün  bu bölümü çok etkileyici. Elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk, mahzen gibi bir yerde annesiyle yaşıyor. Dokuz yaşında. Annesinin erkeklerle düşüp kalkmasına yataklık ediyor. Uluyor. Onları gözetliyor. Rahatsız ediyor. Para atılınca susuyor. Ufaklarla iş görmüyor. Belli bir fiyatı var susmasının. Annesinin de bir fiyatı olduğu gibi.
     Bu ayrıntılar göz önünde bulundurulduğunda, arpa ekmeği gibi kara ve çatlak olarak simgeleşen çocuk eli nasıl da önem kazanıyor… Hem öyküdeki anlatıcının hem de okurun kafasında hemen yer ediniyor. Güçlü. Sonra dönenip duruyor. Mavi mavi bakan o gözler, çocuk uluması, ille de belki bu arpa ekmeği gibi kara ve çatlak eller yüzünden anlatıcı plajdaki aynayı kırıyor. Anlatıcı, bu görüntü ve seslerin ilk yansıdığı yer oluyor. Onları usunda, gözlerinde taşıyor. Kendisi bir aynaya dönüşüyor. Sonra plajdaki aynaya bakınca bu gürültüler, kafasındaki sesler yeniden ortaya çıkıyor. Plajdaki aynayı kırıyor. Kırma eylemi; bozma, görüntü ve sesleri yok etmek isteğidir. İleriye doğru bir adım. Bir duruştur. Var olan yaşam gerçekliklerine karşı bir çıkıştır. Onları yadsımadır. İşte bu tür karşı çıkış, öyküdeki anlatıcının tanıklıklarının, o tanıklıklar içindeki suç birliği (kadınla beraber olma) yüzünden bir tür kendini temize çekme istediğidir. Acı gerçeklikler içinde -artık- yer almama, özne olarak o acı gerçeklere alet olmama isteğidir bir bakıma.
     Kırma eylemi; hem olumsuz yaşama anlarına, hem de bu şekilde işeyen çarka taş atmadır. O çarkın, çarka tanıklığın getirdiği suçluluk duygusunun yok olmasını istemedir. Bu yanıyla Sait Faik öykülerini okurken hep anlatıcı/yazarın duruşuna dikkat ettim. Orada karşılaştığım insancıl, yaşamı olumlayan, bu yanıyla ütopik iyimser bir anlatıcı duruşu... Öykülerinde bize yaşamın acı yanını gösterse bile; umudunu yitirmeyen, pusulası hep insana/doğaya dönmüş bir şiirsel dil… Bence Sait Faik öyküsünü benzersiz kılan budur.
     Buradan bakınca bu öyküdeki anlatıcının bir Don Kişot olduğunu duyumsarız. Düşçüdür. Çarkla (yaşam gerçekleri- öyküde aynayla simgeleşmiş olan) savaşım içindedir.  Atılan taşla yok edilmek istenen; o acı yaşam gerçekleri, çarkın sesleridir (çocuk uluması)…
     Umutludur anlatıcı bir bakıma. Aynayı kırma eylemi ( acı yaşam gerçeklerine karşı çıkma-onları bozma anlamında), en azından sanatta/öyküde düşseli yaşamadır. Düşe doğru yol almak istemedir. Çünkü burada bir tanıklık söz konusudur. O tanıklığa karşı da yazıyla/öyküyle bir karşı koyuş.
     Yazın, gerçek yaşamı yıkıp yıkıp yeniden kuran bir önemli başka ‘gerçeklik’ alanı değil midir? Bu  ‘gerçeklik’ de, içinde yaşadığımız gerçekliğe iki de bir batırıp batırıp durduğumuz Don Kişot’un kargısı/mızrağı değil midir?
     Yazınızı okuduktan sonra bir başka önemli şey daha gördüm, düşündüm.
Buradaki arpa ekmeği gibi kara ve çatlak el, bir başka Sait Faik öyküsünde avucunu açınca, içinden su gibi ‘ İpek Mendil’ fışkırır.
     Yazınızın sonunda şöyle demişsiniz:
     “ Öyküyü okuduktan sonra, hayatın korkunç ve kötü taraflarından birine tanık olduğumu düşündüm.”

     Gerçekten de öyle. Ama ben yeniden tüm Sait Faik öykülerine döndüğümde şunu yapmak isterim. Hayatın korkunç ve kötü taraflarını anlatan Sait Faik öykülerinde, çocuk ellerinin nasıl simgeleştiğini tek tek saptamak. O ellerde simgeleşen yaşamı (tanıklığımızı) kavramak. Bir anlamda o öykülerdeki çocuk elleri aracılığıyla, acımasız yaşamı yeniden yeniden kargışlayıp durmak isterdim.     

*Eşikcini dergisinde yayınlandı.

19 Mart 2016 Cumartesi

İYİ OKUR OLMANIN ON YARARI

İYİ OKUR* OLMANIN ON YARARI
1)      Okuma eyleminin yazarı ayakta tutan en önemli eylem olduğunu bilmek,
2)      Yapıtın dil yetkinliğini kavramak,
3)      Alt, üst kurguya ulaşabilmek,
4)      Yazarı, yapıtını edebiyat verimi içinde bir yere oturtmak,
5)      Özgünlüğüyle gerekirse yazara gelenek içinde yeni bir yer açmak,
6)      Kurgu sorunsalı üstüne yoğunlaşmak,
7)      Anlatım tekniklerinin çeşitliliğini fark etmek,
8)      Yazarın kullandığı dil, anlatımla gerçeği nasıl dönüştürüp yeniden önümüze koyduğunu kavramak,
9)      Belli ölçüde de olsa yapıtlara eleştirel yaklaşabilmek.
10)  Dosyanı gönderdiğin yayın evinin, dosyandan daha az yetkin olanlarını yayınlamış olduğu gerçeğiyle yüzleşmek.(Yarar mı, zarar mı siz karar verin bu maddeye.)



* İyi okur dediğim, metni tüketen, alımlayan kişi. 

GEYİKLER, ANNEM VE ALMANYA

SABAHIN ALACASINDAKİ PEMBE GÜL*

   Nursel Duruel, bu kitapta** bir ayrılış öyküsü anlatıyor. Kitaba da adını veren Geyikler, Annem ve Almanya adlı öyküde, çocuklarını Türkiye’de bırakıp giden bir anneyi anlatıyor. Daha doğrusu anneyi değil, geride kalan kızını. Kızın gözünden bakıyoruz bu ayrılık öyküsüne. Kız düşler görüyor. Düşe karışıyor. Irmakta koşturup duran geyikleri, daha birçok şeyi masal anlatır gibi anlatıyor. Uzun uzun ağlıyor kız. Yatağını ıslatacak kadar hem de. Annesi onu susturuyor. Gözlerinden öpüyor. Sabah uyanınca annesini göremiyor kız. Geceden/annesinden geriye kalan gözyaşıyla ıslanan yastıktan başka bir şey değildir. Yastık simgesel açıdan ilginçtir. Yalnızlıklarımız, anasız, sevgilisiz kaldığımız zamanlarda yaslandığımız, ona sarıldığımız o önemli nesne; yastık. Başımızı o kimsesiz zamanlarımızda ona güvenle yasladığımız. Öyküde anne kızın bir arada geçirdiği son geceki sessizlik Duruel’in şu betimlemeleriyle okurun içine işliyor.
     “ Aralık pencereden ay ışığı giriyordu içeri. Hiç ses yoktu. Öyle bir sessizlik ki, neredeyse camı geçen ay ışığının sesini duyacağım.”(s. 13)
     Sonra kızın kendini suçlamasını, zayıflığına kızmasını etkileyici bir anlatımla, kızın ağzından şöyle veriyor yazar.
     “ Bu gözyaşları düşmanım benim… Pis gözyaşları, kötü gözyaşları, yok olası gözyaşları, yarın istediğiniz kadar akın. Ama şimdi, bu gece rahat bırakın beni, perde gibi inmeyin gözlerime. Anneme bakmak istiyorum ben.”(s.13)
     Öyküde geriye gidişler, üst üste binen görüntüler ( tıpkı bir film şeridi gibi) arasında, kızın bir türlü usunun almadığı ayrılık ve onun üstünde yarattığı baskıdır. Bu durumu kızdan şöyle dinleriz.
     “ Bir bilseniz neler etti o gece ay ışığı, anemin yüzünü durmadan değiştirdi. Bir bakıyorum, sisler buharlar içinde belli belirsiz. Bir bakıyorum Çay’da yol yapılırken toprak altından çıkardıkları kadın heykelinin yüzü gibi kıpırtısız, dümdüz. Bir anneannemin yüzü gibi kırış kırış, bir gelinlik fotoğrafındaki gibi gülümsüyor.”(s.14)
     Kız kendi iç dünyasındaki fırtınalar içinde deviniyor, bir duygudan ötekine bata çıka ilerliyor. Bütün bunları yaşarken bir yandan da annesiyle anneannesine kulak misafiri oluyor.
     “ Almanya’da babamı bir kez daha zorlayacakmış düzenli yaşamaya, bu son deneme olacakmış.”(s.12)
     Öyküde annenin de bu gidişten pek de mutlu olmadığını öğreniyoruz. Annenin şu deyişi içimizi buruyor. Bütün ayrılıklarımızı gözümüzün önüne getiriyor.
     “ Anadan ayrılmak zorsa, evlatlardan ayrılmak daha zor.”(s.14)
     Ardından yine kızın belleğindeki düş oyununun içinde buluveriyoruz kendimizi. Bir gül bahçesine çevriliyor her yan. Odanın içi, gece, geçmiş silme gül doluyor…
     “ Hani gülün pembesi var ya, kokulu gülün pembesi, işe öyle baştan ayağa pembelik içinde kaldık.”(s.14)
     “ Sabahın alacasında iki pembe gül.”(s.14)
     “.. annem, babam, ben kardeşim el ele tutuşmuş yürüyoruz, giysilerimiz gül yaprağından.”(s.14)
     “ Hepimiz saydam pembeyiz.”(s.14)
     Bu gül ve güle yakışan en güzel renklerden biri olan pembeden sonra, yazar yetkin bir  anlatımla kızın uykuya geçişini vermiş.
     Görsellik tüm öyküde var. Bilinç akışı tekniği de eklenince, okurda etki doruğa çıkıyor. Duruel görüntüyü okurun kafasında canlandırmakla kalmıyor elbette. Dokunma, işitme duyu edimlerini de işe koşuyor sanki. O etkiyi veriyor. Okur anlatıcının sesini işitiyor sanki. Onun dokunduğu şeylere dokunuyor. Toprağın ılıklığını duyumsuyoruz, kokusunu içimize çekiyoruz.    
     “ Gökyüzü masmavi, kuşların cıvıltısı derenin sesine karışıyor, toprak ılık, mis kokuyor.”(s.15)    
     Derenin kilimler üstünden akışını iki kez yineliyor yazar.
     “ Dere küçük kilimin üstünden akıyor.”(s.15)
     “ Dere kilimlerimizin üstünden akıyor. Sular aktıkça geyikler hep aynı yöne doğru koşuşuyorlar.”(s.15)
     Derenin akışı kızın düşünde, bilinçaltında dönenip duran zamanı, belki sesi, ( ‘ Annem- işte şimdi yanımda yatıyor,’ ‘ yarın yok!’) simgeliyor. Zaman akıp gidiyor. Annenin ayrılış saati yaklaşıyor. Duruel burada da bilinçaltının o karanlık, ama bir ucu dışarıda, nesnel dünyada olan yanını çok iyi veriyor.
      Bir de koşturup duran geyikler var öyküde. Düşün betimlendiği paragraflarda. Ki öykünün başlığında da geçiyor. Geyiklerin koşturmasının da simgesel bir yanı var.
     Dağılan, -belki- parçalanan bir aileyi simgeliyorlar. Bu yanıyla ‘akış, geyikler’ öykünün temasını veren simgesel anlamlar yüklenmiş. Öykünün üst kurmacasını, temini oluşturuyorlar. Bu imgesel seçim, öyküye engin bir çağrışım gücü kazandırıyor. Çağrışımlarla baş başa kalıyor okur. Bunlar okurun doğrudan bilinçaltına sesleniyor.
     Geyikler bir de başkaca bir anlam yükleniyor. Bir arada yaşayan, bir yerden bir yere beraber, kalabalık göçen, tehlikelere her an (üstlerinden savrula savrula geçen kum tanecikleri) beraberce karşı koyan mutlu bir aileyi simgeliyorlar. Genç kızın düşlerini süsleyen, hiç kavuşamayacağını sezdiği o aileyi.
      İlerleyen satırlarda karşılaştığımız, “ Güneş gözkapaklarımı öpüyor, burnumu, saçlarımı öpüyor.”(s.16) tümcelerinde de görsel, işitse, duyusal dil/etkiyle yeniden karşılaşıyoruz.
     Bir de leylek var öyküde. Göçün, göçebeliğin belirgin simgesi.
     “ Uzun kırmızı gagasını tak… ta… tak… vuruyor.”
     Burada duyusal etkinin bir başka biçimde yeniden verilmesi söz konusu.
     Oysa her şeye karşın kız umutludur. Geleceğe umut dolu çocukça bakış kızın bilinçaltında dönenip durur. Şu satırlar bunun en belirgin örneği değil mi?
     “ Tarlaların ötesindeki çayırlık sonsuza dek yeşil serinliğini gönderecek bize.”(s.17)
     Ya kızın ayrılığa, parçalanmışlığa karşı ayakta kalma kararı? O da okura şöyle sezdiriliyor.
     “ Güçlü, neşeli, yok edilemez bir su damlasıyım… Onlardan kopan ama, onlardan bağımsız.”
     Sonra kız uyanınca annesinin çoktan gitmiş olduğunu, anneannesinden öğreniyor. Öğrendikten sonra ağlamakla ağlamamak arasında şöyle bir seçim yapıyor:
     “ Hayır.. Hayır ağlamayacağım artık. Ben bir su damlasıyım. İnatçı bir su damlası. Büyümek için savaşacağım. Mutlu düşleri gerçekleştirmek için savaşacağım.”
     Kızın seçimi ortada. Su kendisini tamamlamadıkça damlamaz. Geyikler, Annem ve Almanya, Duruel’in çarpıcı yürek burkan bir öyküsü. Ama umut dolu. Kendini tamamlayıp, olgunlaşıp damlamak, yaşama karışmak isteyen bir kızın gelişim öyküsü. Bilinçlenme öyküsü.


 * Bu yazı Lacivert edebiyat dergisinde yayınlandı.
  ** Geyikler, Annem ve Almanya, Nursel Duruel, Can Yay., 1. Basım, Eylül 2006

  ( Yazıdaki alıntılar a.g.e.)