MURAT GÜLSOY’A MEKTUP*
Eşikcini’nin önceki sayısında yer alan, ‘ Plajdaki
Ayna’ adlı öykü üzerine yaptığınız çözümlemeyi ilgiyle okudum. Sait Faik’in adı
geçen bu öyküsünde özellikle şu alıntıya takıldı gözüm, usum.
“ … Gözlerini bize dikmiş mavi gözlü,
elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk bir duman halinde, ama ne zaman
istersem vücut haline getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında
bir yerde uçuyordu. Durmadan geziniyordu.”
Öykünün
bu bölümü çok etkileyici. Elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk,
mahzen gibi bir yerde annesiyle yaşıyor. Dokuz yaşında. Annesinin erkeklerle
düşüp kalkmasına yataklık ediyor. Uluyor. Onları gözetliyor. Rahatsız ediyor.
Para atılınca susuyor. Ufaklarla iş görmüyor. Belli bir fiyatı var susmasının.
Annesinin de bir fiyatı olduğu gibi.
Bu ayrıntılar göz önünde
bulundurulduğunda, arpa ekmeği gibi kara ve çatlak olarak simgeleşen çocuk eli
nasıl da önem kazanıyor… Hem öyküdeki anlatıcının hem de okurun kafasında hemen
yer ediniyor. Güçlü. Sonra dönenip duruyor. Mavi mavi bakan o gözler, çocuk uluması,
ille de belki bu arpa ekmeği gibi kara ve çatlak eller yüzünden anlatıcı
plajdaki aynayı kırıyor. Anlatıcı, bu görüntü ve seslerin ilk yansıdığı yer
oluyor. Onları usunda, gözlerinde taşıyor. Kendisi bir aynaya dönüşüyor. Sonra
plajdaki aynaya bakınca bu gürültüler, kafasındaki sesler yeniden ortaya
çıkıyor. Plajdaki aynayı kırıyor. Kırma eylemi; bozma, görüntü ve sesleri yok
etmek isteğidir. İleriye doğru bir adım. Bir duruştur. Var olan yaşam gerçekliklerine
karşı bir çıkıştır. Onları yadsımadır. İşte bu tür karşı çıkış, öyküdeki
anlatıcının tanıklıklarının, o tanıklıklar içindeki suç birliği (kadınla
beraber olma) yüzünden bir tür kendini temize çekme istediğidir. Acı gerçeklikler
içinde -artık- yer almama, özne olarak o acı gerçeklere alet olmama isteğidir
bir bakıma.
Kırma eylemi; hem olumsuz yaşama anlarına,
hem de bu şekilde işeyen çarka taş atmadır. O çarkın, çarka tanıklığın
getirdiği suçluluk duygusunun yok olmasını istemedir. Bu yanıyla Sait Faik
öykülerini okurken hep anlatıcı/yazarın duruşuna dikkat ettim. Orada
karşılaştığım insancıl, yaşamı olumlayan, bu yanıyla ütopik iyimser bir
anlatıcı duruşu... Öykülerinde bize yaşamın acı yanını gösterse bile; umudunu
yitirmeyen, pusulası hep insana/doğaya dönmüş bir şiirsel dil… Bence Sait Faik
öyküsünü benzersiz kılan budur.
Buradan bakınca bu öyküdeki anlatıcının
bir Don Kişot olduğunu duyumsarız. Düşçüdür. Çarkla (yaşam gerçekleri- öyküde
aynayla simgeleşmiş olan) savaşım içindedir.
Atılan taşla yok edilmek istenen; o acı yaşam gerçekleri, çarkın
sesleridir (çocuk uluması)…
Umutludur anlatıcı bir bakıma. Aynayı
kırma eylemi ( acı yaşam gerçeklerine karşı çıkma-onları bozma anlamında), en
azından sanatta/öyküde düşseli yaşamadır. Düşe doğru yol almak istemedir. Çünkü
burada bir tanıklık söz konusudur. O tanıklığa karşı da yazıyla/öyküyle bir
karşı koyuş.
Yazın, gerçek yaşamı yıkıp yıkıp yeniden
kuran bir önemli başka ‘gerçeklik’ alanı değil midir? Bu ‘gerçeklik’ de, içinde yaşadığımız gerçekliğe
iki de bir batırıp batırıp durduğumuz Don Kişot’un kargısı/mızrağı değil midir?
Yazınızı okuduktan sonra bir başka önemli
şey daha gördüm, düşündüm.
Buradaki
arpa ekmeği gibi kara ve çatlak el, bir başka Sait Faik öyküsünde avucunu
açınca, içinden su gibi ‘ İpek Mendil’ fışkırır.
Yazınızın sonunda şöyle demişsiniz:
“ Öyküyü okuduktan sonra, hayatın korkunç
ve kötü taraflarından birine tanık olduğumu düşündüm.”
Gerçekten de öyle. Ama ben yeniden tüm
Sait Faik öykülerine döndüğümde şunu yapmak isterim. Hayatın korkunç ve kötü
taraflarını anlatan Sait Faik öykülerinde, çocuk ellerinin nasıl simgeleştiğini
tek tek saptamak. O ellerde simgeleşen yaşamı (tanıklığımızı) kavramak. Bir
anlamda o öykülerdeki çocuk elleri aracılığıyla, acımasız yaşamı yeniden
yeniden kargışlayıp durmak isterdim.
*Eşikcini dergisinde yayınlandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder