31 Mart 2016 Perşembe

SEZER ATEŞ AYVAZ'IN TAMİRİS'İ

GÖSTERGELER ÇAĞINA ÖYKÜLER


1/
Tamiris’in Gecesuçları’nda yabancı, ayrıksı dünyadan fotoğraflar çekip önümüze koyuyor Sezer Ateş Ayvaz. Savaştaki, ikili ilişkideki kanıksamanın ( Raylarda Makas, Çıngıraklı Kapı), anne sevgisi yoksunluğunun (Su İle Her Şeye Hayat), tutkunun ölüme/öldürmeye yakınlığının ( Tamiris’in Gözleri), yaşamın hızına yenik düşmenin (Açık Pembe Üçgen), elginlik anlarının (Bizim Denizimiz Değil), zamanın acımasızlığının ( Soneşik, Kurumuş Kan Renginde), benlik yitiminin (İkinci, Karar Anı) kısacası yaşam içindeki savruluşların (Gecesuçları) ayrıksı anlarını anlatıyor yazar.
“ Pencerenin önünde oturup, gözlerini dışarıya dikiyorsun, sana bütünüyle yabancı, ayrıksı bu dünyaya… Dingin, heyecansız… İçine korku salan güzelliğe bakıyorsun…”

2/
Yazar/anlatıcı öykülerde bazen bir iç sesle veriyor umutsuzluğu. Kitabın ilk öyküsü Raylarda Makas’ta, trenlerle taşınan bombalardan söz edilir. O vagonların taşıdığı ölümden. Öyle ki, kimse bunun bilincinde değildir. Çoğu kişinin kılı bile kıpırdamaz. Tepkisizdir. Savaş burada hem iç, hem de dış gerçeklik olarak ikili anlamıyla yer alır.
İç dünyadaki savaş, iç seslerle verilir. Bu sesler öyküye derinlik katıp, yeni anlam katmanlarının açılmasını sağlar. Raylarda Makas, kurguyla gerçekliğin iç içe geçip, sınırların belirsizleştiği bir öykü olarak karşımıza çıkar.
                                   “ (Savaş) kimi zaman açıkça, kimi zaman sinsice yayılarak, bir ur
                                   gibi kuşattı seni… sizi… Hayatın gizli yüzündeydi… 
                                   Yanındaydı…” (s.16) 

3/
Çıngıraklı Kapı, Su ile Her Şeye Hayat ve özellikle Soneşik’te yitirilip gidene (zaman, sevgi) karşı belirgin bir hüzün duyulur. Çıngıraklı Kapı’da yitip giden mutlu günlere, Su İle Her Şeye Hayat’ta anne sevgisi yoksunluğuna karşı yaşanır hüzün.
Soneşik’te iki farklı ortamın anlatımı vardır. Bu iki katmanlı anlatımda önce anlatıcı/yazarın annesi tarafından yıkandığı an vardır. Sonra da anlatıcının annesini yıkama anı. Bazen iç içe geçer bu ortamlar. Birbirine karışır. Bunlara paralel olarak bir çocukluk masalı öyküde yerini alır. Bu masal Asi Nehri kenarında geçmiş bir çocukluk zamanından kalmadır. Bu masalla birlikte anlatıya bir katman daha eklenir. Böylece bu çok katmanlı anlatımda duygu yoğunluğu artık doruğa yükselmiştir.
Hüzün çoğu öyküde geçmişe duyulan özlemden kaynaklanmaz. Hüzün burada, varlığın şimdiki zaman içindeki durumunu vermesi açısından önemlidir. Öykülerde hüzün belirgin bir duygu olsa da, özneyi bir anlamda silen, yabancılaştıran yaşama anlarına karşı açık bir isyan da yer alır.

4/
Su İle Her Şeye Hayat’ta Madam Suzan, annesinin kapıyı açmasını bekler. Kurumuş Kan Renginde adlı öyküde ise, anlatıcı/yazarın “ içi(n)deki tüm duyguları silen, yerini bezginliğe bırakan kapı açılma töreni(yle),” karşılaşırız. Özcesi Sezer Ateş Ayvaz’ın öykülerinde kapının simgesel bir değeri vardır. Geçiş, yitiriş, anımsama, bekleyiş, zaman, yeni, kuşku, giz, umut… Kapı öykülerde bazen biri, bezen de tüm anlamları içinde barındırır.

5/
Kapı kadar, geceye de yoğun bir simgesel anlam yüklemiştir yazar. Gecesuçları deyişi, bitişik yazımı özellikle dikkatimize sunulur. Ertesinde okur bakışı gecenin kuytularında, ışıkları altında dolaşmaya başlar. Öykü zamanı olarak genellikle gece seçilmiştir. Çünkü gece, kimi zaman bir ayrılık, kopuş; kimi zaman da yaşama tutunma çabası, gri yaşama anları, yaşam içinde yitiş, maskesizlik anlamına gelmektedir.

6/
Öykülerin çoğunun parçalar, bölümler şeklinde yazılmış olması yazarın bilinçli bir seçimi olsa gerektir. Bu bölümler birer fotoğraf karesi gibidir. Yan yana dizili durur. Bazen karmakarışıktır. İç içe geçmiştir. Hem geçmişin silik/belirgin izlerini, hem de şimdiki zamanı gösterirler. Bu parçalı, bölümlü anlatım aynı zamanda öznenin günümüzdeki parçalanmışlığını vermesi açısından da dikkat çekicidir. Öykülerde insanın hem zihinsel olarak, hem de toplumsal bir varlık olarak parçalanmışlığı, dağılmışlığı yer almaktadır. O yüzden ‘ben’ günümüzde tepkisiz, kişilik olarak silik ve göstergeler çağının hızına yetişmeye çalışan bir yalnızdır. İşte o yalnızlık anlarının anlatımıdır biraz Tamiris’in Gecesuçları.   

7/
Tamiris adıyla ilk kez dördüncü öyküde karşılaşıyoruz (Tamiris’in Gözleri). Son öyküde de (Kahve Rengi Öykü) Tamiris’in, “ İmgelerle savaşıp yenik düşen kör bilici,” (s.111) olduğunu öğreniyoruz. Tamiris, günümüz yazarının içinde bulunduğu umutsuz durumu temsil eder. Yazar da öznenin bu parçalanmışlığından payını alır. Yazarken, imgelerle savaşırken büyük bir ayrıksı dünyayla, gerçeklerle karşılaşır. Bu bir anlamda umutsuzluk içine atılmak anlamına da gelir. Bu yüzden Tamiris bazen anlatıcı/yazarın kendi iç sesi, vicdan oluyor. Bazen de apayrı bir öykü karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Ne olursa olsun Tamiris’le simgelenen, sanatçı duyarlılığı ve onun beraberinde getirdiği mutsuzluk, yabancılaşmadır bir bakıma.

8/
Öykülerin çoğunda bir iç ses var. Öyle ki, kimi öykülerde anlatıyı bu iç sesler kuruyor. Bu iç sesler yer yer yazar, anlatıcı, vicdan, karakter iç sesi, ya da Tamiris, anne olabiliyor. Tüm bu sesler, söylemek istediğini bir çırpıda bağırarak söylemiyor. Okura düşünme alanları aça aça söyleyeceğini söylüyor. Seslerin bir başkaldırıya, bir çağrıya dönüştüğü anlar da oluyor. O zaman sorgulamaya, düşünmeye, seçmeye yöneltiliyor okur. Bu bize Sezer Ateş Ayvaz’ın öykülerinde felsefeyi nasıl da başarıyla yapılandırdığını gösteriyor. Çoğu öykü, düşünsel bir derinlik taşıyor. İşte böylesi bir düşünsel boyutta öyküyü kuran iç sesler, öykünün temini kurmada bir mihenk taşı oluyor.
                                   “ Kanıksadığın bir bedende sen ne hissettin?” (s.22)
                                   “ O kadını öldürecek olan şeyin kendi içindeki                                                          
                                   tutku olduğunu biliyordum.” (s.38)
                                   “ İlerle, parçası ol akışın! Öyle ki, hız ol sen de!        
                                   Durma!” (s.58)  

9/
Tamiris’in Gecesuçları’nda yazar, kurumuş kan rengindeki insanlık durumlarını anlatır bize. Tamiris olarak, kimi kez de Tamiris’in gözlerinden. Burada anlatılan bir saptamadan ötedir. Bu, aynı zamanda yaşananlara karşı bir çıkıştır. İlişkilerimizde eksilip durmamıza karşı bir başkaldırıdır. Bu başkaldırıyı hepimiz adına yaparcasına şöyle seslenir anlatıcı/yazar:
                                   “ Tek sen kaldın. Sen! İkinci ol! Bul artık,
                                   belleğinde silinen izleri…” (s.50)

10/
Kitabın üçüncü öyküsünde de ( Su İle Her Şeye Hayat) başat duygu hüzündür. Anne-kız ilişkisi bağlamında bize çeşitli sorular sordurtur bu öykü. Bunu da, ikisi arasında yitmiş olan sevgilere bakarak yapar.
Bu öyküyü okurken hüzün bir müziğe dönüşür sanki. Okurken size bir eski musiki sesi eşlik eder gibidir. Geri dönüşlerle, Suzan’ın zihnindeki o yitmiş zamanlara bakarız. Onunla soluklanıp, onunla yoruluruz. Bir adım daha… Yürürken sağda solda gördüğü yapılara, çeşmelere bakar Suzan. Gördüklerinin kendisinde yarattığı çağrışımları sese dönüştürür. Anlatır Suzan. Annesinin yıllar önce çocuklarını nasıl da bırakıp Paris’e gittiğini, bunu nasıl yapabildiğini.  Artık Suzan da annesi gibi yaşlanmıştır. Ayrılığı, kopuşu, sevgisizliği sorgulamak için artık çok geçtir. Suzan annesi Madam Anie’ye öykü sonunda şöyle seslenir:
“ Geç kaldın Madam Anie. Çok geç artık.”(s.35) 
Annesiyle buluştuğu pastanede çantası yere düşer Suzan’ın. Dağılır gürültüyle. Bu dağılma, tıpkı kendi yaşamındaki gibi sesli bir sessizlik içinde gerçekleşir.

11/
Tüm öyküler belirgin bir yaşanmışlıktan besleniyor. Taşıdıkları doğal, bir o kadar katmanlı anlatım onun için okuyucuyu içten sarıyor.      
“ Ne yana baksan; avuntusuz, kıstırılmış hayat…” (s.27) dese de anlatıcı/yazar, tüm bunları öyküleştirmek aslında yaşam karşısında direnç kazanmak değil midir?
Bu bağlamda Tamiris’in Gecesuçları; umutsuz, avuntusuz yaşama anlarını anlatsa da, aslında umudu büyüten öyküler olarak karşımıza çıkar. Çünkü belli bir noktadan sonra tüm öykülerde Sefira’dır yazar. “ Dünyayı sözcüklerle değiştiren gezgin(dir.)” (s.111) Sözün insanı değiştiren gücüne inanır…



--------------------------------------------------------
*Cumhuriyet Kitap ekinde yayınlanmıştır.
Tamiris’in Gecesuçları, Sezer Ateş Ayvaz, Can. Yay, 2005, 112 sayfa
 


30 Mart 2016 Çarşamba

EDİTÖRE MEKTUPLAR 4

Sayın Editör,
Dün gece uykum kaçtı. Bilmem sizin de varoluş üstüne sorularınız uykularınızı kaçırıyor mu? Ben de kalkıp Experimenter (Deneyci) filmini açıp izledim. Bunu Ot dergisinde, yazılarını ilgiyle okuduğum Murat Menteş önermişti. Film çarpıcı. Film bittiğinde uykum beni hepten terk etti. Çünkü insanın iç dediğimiz görünmez dünyasını açıklayan Freud adının yanına sosyal psikolojinin kurucularından Stanley Miligram’ı da eklemek gerekiyor diye düşünüyorum. İnsan kukla olduğunu bilmez, diyor sosyal psikolog. Ancak iplerini görebilir. Farkındalık, özgürlük için ilk adımımız olabilir.
Filmde Miligram’ın itaat olgusu üstüne deneyler yapıyor. Bini aşkın denek kullanıyor. Herhangi bir komuta, insan canına kast edebilecek kadar neden uyuyoruz? Özgür irademizi terk edip yönergelere neden uygun davranıyoruz? İnsan niçin verilen emir yüzünden, neden başkasının canına kast edebiliyor? Sosyal psikoloğun yanıt aradığı sorular bunlar. Deneklerden bazıları komuta uymayı, karşıdakine acı çektirmeyi deneyin önemli bir parçası olarak kendilerini hissettikleri için başvurduklarını açıkladılar.
İnsan kaynağı ne olursa olsun (din, ahlak, kanun, ideoloji, işletme yönergesi) verilen emir karşısında nasıl oluyor da özgür iradesini terk ediyor?
Asıl can alıcı sorun burada. İnsan türlü katliamlar yaptı. Hala adı ne olursa olsun benzer katliamlara imza atmayı sürdürüyor. Burada insana olan umudun boş olduğunu görmüş oldum. Hiçbirimiz güvende değiliz. Her an verilecek komut, birilerini bizim katilimiz yapabilir. Birileri kendisine verilecek komut yüzünden özgür iradesini terk edebilir. Canımıza kastedebilir. Zaten böyle bir süreçten geçiyoruz, dediğinizi duyar gibiyim. Stanley Miligram da, benim değerim hep böyle günlerde anlaşılır. Adım o zaman anılır demeye getiriyor.
Filmde insanların gerçekle yüzleşmeyi nasıl da reddedip savunma mekanizması (yadsıma, inkar) kullandıklarını da görüyoruz. Bu da önemli bir vurgusu olmuş filmin. Miligram için tezlerini kabul ettirmek kolay olmamış bu yüzden.
Filmi izledim. Huzurum kaçtı. Ama itaat eyleminin günümüzde hala ne kadar önemli, güncel olduğunu bir kez daha fark ettim. İnsanın gökyüzünden sarkan iplerini görmek açıkçası epeyce beni sarstı sayın editör.
Sağlıcakla kalın.


Kitapsız bir yazar. 

28 Mart 2016 Pazartesi

EDÖTÖRE MEKTUPLAR 3

Sayın Editör,
Bu kez mektubu sabah yazıyorum size. Oğlumu az önce okuluna bıraktım. O uyanmadan önce yarım saatim var. Ben de Kitabı Mukaddesi elime aldım. Okumaya başladım. Nuh tufanına kadar geldim Tevratta. Yaşar Kemal’den okumuştum. Ne zaman şiirsel yazmak istersem Kur’an, İncil okuyorum, diye. Benim okumamın nedeni şiirsellik değil. Leyla Erbil’in Hallaç adlı öyküsünde geçen bella, balak, bella cohen kelimeleri yüzünden. Bu söyleyişler beni hem Kitabı Mukaddese götürüyor hem de James Joyce’ın Ulysses adlı yapıtında geçen Bella Cohen’e. Okudum yarım saat boyunca kutsal kitabı. Kitabın girişinde bir yerde şöyle yazıyor. “Hanok Allah ile yürüdü, gözden kayboldu; çünkü onu Allah aldı.”
Sonra oğlumu uyandırma saati geldi. Uyandırdım. Yüzünü yıkadı, giyinmeye başladı. Kahvaltısını kurdum. Oturdu masa başına. Ama dili açıldı anlatmaya başladı. Ben aslında bir kahraman olmak istiyorum, dedi Sayın Editör. Şöyle kollarımda füzelerim. Arkamda da her an ateşlemeye hazır füzelerim. Bir de uzaya kadar çıkabilecek bir gücüm olsun. Korumalı. Demir Adam ancak gökyüzüne çıkabiliyor. Soğukluğa dayanamıyor. Ama ben dayanacağım. İşte öyle benim çocuğun hayal gücü. Daha ne kadar şey anlattı. Garip geldi bana. Işınlanma. Yok olma. Birden ortaya çıkma anlatısı. Ama az önce alıntıladığım kutsal metinde de aynı şey vardı. Bazen bazıları bu dünyadan kayboluyor. Allah onları alıyor. Aynen böyle yazıyor. Düşle, gerçek işte. Çocuğun dilinde saçma. Ama bir kitapta yazınca ‘gerçek’ oluveriyor.
Neyse nereden nereye geldim. Bu mektupta da sözü kendi öykü dosyama getireceğim. Çok oldu göndereli size. Siz de haberleşmek üzere, demiştiniz. Ama bunca zaman bir haber çıkmadı sizden. Sessizliğinizi kötüye yorumladım. Ama benim yorumum bu. Ya sizin? Lütfedip dosyam hakkında birkaç şey söyleseniz, beni ne kadar çok mutlu edersiniz bilseniz.
Kolay gelsin.


Kitapsız bir yazar.

27 Mart 2016 Pazar

ZORUNLU AÇIKLAMA...

Editöre Mektuplar başlıklı yazı dizisinin gerçekle herhangi bir ilişkisi yoktur. Söz konusu mektuplarda geçen her şey kurgudur. Yazar bu mektupları yazarak, yeni anlatım olanakları için esin aramaktadır. 

EDİTÖRE MEKTUPLAR 2

27.03.2016
Sayın Editör,
Geçen mektupta tarih atmadığımı fark ettim. Şimdi attım.
Dosyamı size göndereli çok oldu. Ben bu arada metinden metine doğru yol aldım. Yetkin anlatım olanaklarını keşfettim. Söz ettiğim bu metinleri okumadan önce benim için yok hükmündeydiler. Onları okuyunca, metin dile geldi. Var oldu. Bakın sizin iş yükünüz yoğun olabilir. Ama yine de ben şunu çok merak ediyorum. Siz dosyamı inceleyecek zamanı buluncaya dek, ben farklı anlatım olanaklarının esiniyle, farklı bir öykü dosyası daha kotardım. Demlemeye bıraktım. Ki sonra çapaklarını alabileyim. Bu durumda küçük bir sıkıntı çıkıyor. Sizden haber gelene kadar, ben önceki dosyamı aşmış oluyorum. Yani ondan daha yetkin bir dosya üretiyorum. Tema olarak, kurgu, anlatım olarak. Şimdi bunu ne yapacağım? Olasılıkla dosyamı reddedeceksiniz. Bu durumda yeni dosyamı da size göndermemde bir sıkıntı olur mu? Yoksa başka bir kapıya mı gideyim? Bu konuda da bilgi verirseniz mutlu olurum.
Yine de yayınevinde yerde üst üste yığılı duran dosyalar arasında en altta yer alan dosyamı erken okusanız da hemen haber verseniz. Ne iyi olur. Yoksa dosyalar elimde gittikçe şişiyor. Bilmenizi isterim. 
Sizden gelecek haber için, bekleyiş felsefesi bile oluşturabilirim.
Bunu dikkate alırsanız sevinirim.
İyi çalışmalar.


Kitapsız bir yazar.

25 Mart 2016 Cuma

EDİTÖRE MEKTUPLAR 1

Sayın Editör,
Bundan sonra sana böyle sesleneceğim.
Kim olduğunu, estetik beğenini bilmiyorum. Mesela hangi müzikleri dinlersin? Kitap yazar mısın? Basılı bir kitabın var mı? Yayınladığın kitaplar için ölçütün nedir? Gerçekten satışı daha çok mu önemsiyorsun? Yoksa senin için önemli olan metnin estetik değeri mi? Bunların hiçbirini bilmiyorum. Sadece hangi yayınevinde çalıştığını biliyorum. Bilgim söz konusu o yayınevinde, sırça köşkte oturan, işi sadece okumak olan, sürekli gün boyu kahve için biri ile sınırlı. Yoksa adını bile bilmeden ekli dosya olarak, kimi zaman basılı kağıt olarak dosyamı gönderiyorum. Bizim ilişkimiz böyle başlıyor seninle. Bilgisayarda boş bir beyaz sayfaya yazıyorum. Çoğu zaman o boş sayfanın sen olduğunu düşünüyorum.
Öykü yazıyorum. Öykülerimi yirmi yıldan bu yana seninkine benzer bir iş yapan dergi editörlerine gönderiyorum. Onların beğenisini kazanıp yayınlanan hayli öyküm var. Bu öyküleri dosya olarak sana gönderiyorum. Öykülerimin -artık- öykü kitabı bütünlüğünde olmasını istemek benim de hakkım. Çünkü sen de biliyorsun ki, basılı kitabı olmayan yazardan sayılmıyor bizim memlekette. Reddettin. Kaç kez reddettiğini artık ben anımsamıyorum. Yılmadan yeni öyküler yazıyorum. Dosya olarak sana yeniden gönderiyorum. Artık çalıştığın yayınevinin bir önemi yok. Çünkü dedim ya, ben ancak ret yazısının altındaki ada bakarak kim olduğunu öğrenmiş oluyorum. İlginiz için teşekkür ederim, şeklinde biten klişe iletiyle o kısacık iletişime son noktayı ben koyuyorum.
Sana kimi zaman buradan mektuplar atacağım Sayın Editör.
Bu mektupları da umarım reddetmezsin.
İyi çalışmalar.


Kitapsız bir yazar.

MURAT GÜLSOY

MURAT GÜLSOY’A MEKTUP*


     Eşikcini’nin önceki sayısında yer alan, ‘ Plajdaki Ayna’ adlı öykü üzerine yaptığınız çözümlemeyi ilgiyle okudum. Sait Faik’in adı geçen bu öyküsünde özellikle şu alıntıya takıldı gözüm, usum.
     “ … Gözlerini bize dikmiş mavi gözlü, elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk bir duman halinde, ama ne zaman istersem vücut haline getirebileceğim bir ruh halinde beynimle gözüm arasında bir yerde uçuyordu. Durmadan geziniyordu.”
     Öykünün  bu bölümü çok etkileyici. Elleri arpa ekmeği gibi kara ve çatlak çocuk, mahzen gibi bir yerde annesiyle yaşıyor. Dokuz yaşında. Annesinin erkeklerle düşüp kalkmasına yataklık ediyor. Uluyor. Onları gözetliyor. Rahatsız ediyor. Para atılınca susuyor. Ufaklarla iş görmüyor. Belli bir fiyatı var susmasının. Annesinin de bir fiyatı olduğu gibi.
     Bu ayrıntılar göz önünde bulundurulduğunda, arpa ekmeği gibi kara ve çatlak olarak simgeleşen çocuk eli nasıl da önem kazanıyor… Hem öyküdeki anlatıcının hem de okurun kafasında hemen yer ediniyor. Güçlü. Sonra dönenip duruyor. Mavi mavi bakan o gözler, çocuk uluması, ille de belki bu arpa ekmeği gibi kara ve çatlak eller yüzünden anlatıcı plajdaki aynayı kırıyor. Anlatıcı, bu görüntü ve seslerin ilk yansıdığı yer oluyor. Onları usunda, gözlerinde taşıyor. Kendisi bir aynaya dönüşüyor. Sonra plajdaki aynaya bakınca bu gürültüler, kafasındaki sesler yeniden ortaya çıkıyor. Plajdaki aynayı kırıyor. Kırma eylemi; bozma, görüntü ve sesleri yok etmek isteğidir. İleriye doğru bir adım. Bir duruştur. Var olan yaşam gerçekliklerine karşı bir çıkıştır. Onları yadsımadır. İşte bu tür karşı çıkış, öyküdeki anlatıcının tanıklıklarının, o tanıklıklar içindeki suç birliği (kadınla beraber olma) yüzünden bir tür kendini temize çekme istediğidir. Acı gerçeklikler içinde -artık- yer almama, özne olarak o acı gerçeklere alet olmama isteğidir bir bakıma.
     Kırma eylemi; hem olumsuz yaşama anlarına, hem de bu şekilde işeyen çarka taş atmadır. O çarkın, çarka tanıklığın getirdiği suçluluk duygusunun yok olmasını istemedir. Bu yanıyla Sait Faik öykülerini okurken hep anlatıcı/yazarın duruşuna dikkat ettim. Orada karşılaştığım insancıl, yaşamı olumlayan, bu yanıyla ütopik iyimser bir anlatıcı duruşu... Öykülerinde bize yaşamın acı yanını gösterse bile; umudunu yitirmeyen, pusulası hep insana/doğaya dönmüş bir şiirsel dil… Bence Sait Faik öyküsünü benzersiz kılan budur.
     Buradan bakınca bu öyküdeki anlatıcının bir Don Kişot olduğunu duyumsarız. Düşçüdür. Çarkla (yaşam gerçekleri- öyküde aynayla simgeleşmiş olan) savaşım içindedir.  Atılan taşla yok edilmek istenen; o acı yaşam gerçekleri, çarkın sesleridir (çocuk uluması)…
     Umutludur anlatıcı bir bakıma. Aynayı kırma eylemi ( acı yaşam gerçeklerine karşı çıkma-onları bozma anlamında), en azından sanatta/öyküde düşseli yaşamadır. Düşe doğru yol almak istemedir. Çünkü burada bir tanıklık söz konusudur. O tanıklığa karşı da yazıyla/öyküyle bir karşı koyuş.
     Yazın, gerçek yaşamı yıkıp yıkıp yeniden kuran bir önemli başka ‘gerçeklik’ alanı değil midir? Bu  ‘gerçeklik’ de, içinde yaşadığımız gerçekliğe iki de bir batırıp batırıp durduğumuz Don Kişot’un kargısı/mızrağı değil midir?
     Yazınızı okuduktan sonra bir başka önemli şey daha gördüm, düşündüm.
Buradaki arpa ekmeği gibi kara ve çatlak el, bir başka Sait Faik öyküsünde avucunu açınca, içinden su gibi ‘ İpek Mendil’ fışkırır.
     Yazınızın sonunda şöyle demişsiniz:
     “ Öyküyü okuduktan sonra, hayatın korkunç ve kötü taraflarından birine tanık olduğumu düşündüm.”

     Gerçekten de öyle. Ama ben yeniden tüm Sait Faik öykülerine döndüğümde şunu yapmak isterim. Hayatın korkunç ve kötü taraflarını anlatan Sait Faik öykülerinde, çocuk ellerinin nasıl simgeleştiğini tek tek saptamak. O ellerde simgeleşen yaşamı (tanıklığımızı) kavramak. Bir anlamda o öykülerdeki çocuk elleri aracılığıyla, acımasız yaşamı yeniden yeniden kargışlayıp durmak isterdim.     

*Eşikcini dergisinde yayınlandı.

19 Mart 2016 Cumartesi

İYİ OKUR OLMANIN ON YARARI

İYİ OKUR* OLMANIN ON YARARI
1)      Okuma eyleminin yazarı ayakta tutan en önemli eylem olduğunu bilmek,
2)      Yapıtın dil yetkinliğini kavramak,
3)      Alt, üst kurguya ulaşabilmek,
4)      Yazarı, yapıtını edebiyat verimi içinde bir yere oturtmak,
5)      Özgünlüğüyle gerekirse yazara gelenek içinde yeni bir yer açmak,
6)      Kurgu sorunsalı üstüne yoğunlaşmak,
7)      Anlatım tekniklerinin çeşitliliğini fark etmek,
8)      Yazarın kullandığı dil, anlatımla gerçeği nasıl dönüştürüp yeniden önümüze koyduğunu kavramak,
9)      Belli ölçüde de olsa yapıtlara eleştirel yaklaşabilmek.
10)  Dosyanı gönderdiğin yayın evinin, dosyandan daha az yetkin olanlarını yayınlamış olduğu gerçeğiyle yüzleşmek.(Yarar mı, zarar mı siz karar verin bu maddeye.)



* İyi okur dediğim, metni tüketen, alımlayan kişi. 

GEYİKLER, ANNEM VE ALMANYA

SABAHIN ALACASINDAKİ PEMBE GÜL*

   Nursel Duruel, bu kitapta** bir ayrılış öyküsü anlatıyor. Kitaba da adını veren Geyikler, Annem ve Almanya adlı öyküde, çocuklarını Türkiye’de bırakıp giden bir anneyi anlatıyor. Daha doğrusu anneyi değil, geride kalan kızını. Kızın gözünden bakıyoruz bu ayrılık öyküsüne. Kız düşler görüyor. Düşe karışıyor. Irmakta koşturup duran geyikleri, daha birçok şeyi masal anlatır gibi anlatıyor. Uzun uzun ağlıyor kız. Yatağını ıslatacak kadar hem de. Annesi onu susturuyor. Gözlerinden öpüyor. Sabah uyanınca annesini göremiyor kız. Geceden/annesinden geriye kalan gözyaşıyla ıslanan yastıktan başka bir şey değildir. Yastık simgesel açıdan ilginçtir. Yalnızlıklarımız, anasız, sevgilisiz kaldığımız zamanlarda yaslandığımız, ona sarıldığımız o önemli nesne; yastık. Başımızı o kimsesiz zamanlarımızda ona güvenle yasladığımız. Öyküde anne kızın bir arada geçirdiği son geceki sessizlik Duruel’in şu betimlemeleriyle okurun içine işliyor.
     “ Aralık pencereden ay ışığı giriyordu içeri. Hiç ses yoktu. Öyle bir sessizlik ki, neredeyse camı geçen ay ışığının sesini duyacağım.”(s. 13)
     Sonra kızın kendini suçlamasını, zayıflığına kızmasını etkileyici bir anlatımla, kızın ağzından şöyle veriyor yazar.
     “ Bu gözyaşları düşmanım benim… Pis gözyaşları, kötü gözyaşları, yok olası gözyaşları, yarın istediğiniz kadar akın. Ama şimdi, bu gece rahat bırakın beni, perde gibi inmeyin gözlerime. Anneme bakmak istiyorum ben.”(s.13)
     Öyküde geriye gidişler, üst üste binen görüntüler ( tıpkı bir film şeridi gibi) arasında, kızın bir türlü usunun almadığı ayrılık ve onun üstünde yarattığı baskıdır. Bu durumu kızdan şöyle dinleriz.
     “ Bir bilseniz neler etti o gece ay ışığı, anemin yüzünü durmadan değiştirdi. Bir bakıyorum, sisler buharlar içinde belli belirsiz. Bir bakıyorum Çay’da yol yapılırken toprak altından çıkardıkları kadın heykelinin yüzü gibi kıpırtısız, dümdüz. Bir anneannemin yüzü gibi kırış kırış, bir gelinlik fotoğrafındaki gibi gülümsüyor.”(s.14)
     Kız kendi iç dünyasındaki fırtınalar içinde deviniyor, bir duygudan ötekine bata çıka ilerliyor. Bütün bunları yaşarken bir yandan da annesiyle anneannesine kulak misafiri oluyor.
     “ Almanya’da babamı bir kez daha zorlayacakmış düzenli yaşamaya, bu son deneme olacakmış.”(s.12)
     Öyküde annenin de bu gidişten pek de mutlu olmadığını öğreniyoruz. Annenin şu deyişi içimizi buruyor. Bütün ayrılıklarımızı gözümüzün önüne getiriyor.
     “ Anadan ayrılmak zorsa, evlatlardan ayrılmak daha zor.”(s.14)
     Ardından yine kızın belleğindeki düş oyununun içinde buluveriyoruz kendimizi. Bir gül bahçesine çevriliyor her yan. Odanın içi, gece, geçmiş silme gül doluyor…
     “ Hani gülün pembesi var ya, kokulu gülün pembesi, işe öyle baştan ayağa pembelik içinde kaldık.”(s.14)
     “ Sabahın alacasında iki pembe gül.”(s.14)
     “.. annem, babam, ben kardeşim el ele tutuşmuş yürüyoruz, giysilerimiz gül yaprağından.”(s.14)
     “ Hepimiz saydam pembeyiz.”(s.14)
     Bu gül ve güle yakışan en güzel renklerden biri olan pembeden sonra, yazar yetkin bir  anlatımla kızın uykuya geçişini vermiş.
     Görsellik tüm öyküde var. Bilinç akışı tekniği de eklenince, okurda etki doruğa çıkıyor. Duruel görüntüyü okurun kafasında canlandırmakla kalmıyor elbette. Dokunma, işitme duyu edimlerini de işe koşuyor sanki. O etkiyi veriyor. Okur anlatıcının sesini işitiyor sanki. Onun dokunduğu şeylere dokunuyor. Toprağın ılıklığını duyumsuyoruz, kokusunu içimize çekiyoruz.    
     “ Gökyüzü masmavi, kuşların cıvıltısı derenin sesine karışıyor, toprak ılık, mis kokuyor.”(s.15)    
     Derenin kilimler üstünden akışını iki kez yineliyor yazar.
     “ Dere küçük kilimin üstünden akıyor.”(s.15)
     “ Dere kilimlerimizin üstünden akıyor. Sular aktıkça geyikler hep aynı yöne doğru koşuşuyorlar.”(s.15)
     Derenin akışı kızın düşünde, bilinçaltında dönenip duran zamanı, belki sesi, ( ‘ Annem- işte şimdi yanımda yatıyor,’ ‘ yarın yok!’) simgeliyor. Zaman akıp gidiyor. Annenin ayrılış saati yaklaşıyor. Duruel burada da bilinçaltının o karanlık, ama bir ucu dışarıda, nesnel dünyada olan yanını çok iyi veriyor.
      Bir de koşturup duran geyikler var öyküde. Düşün betimlendiği paragraflarda. Ki öykünün başlığında da geçiyor. Geyiklerin koşturmasının da simgesel bir yanı var.
     Dağılan, -belki- parçalanan bir aileyi simgeliyorlar. Bu yanıyla ‘akış, geyikler’ öykünün temasını veren simgesel anlamlar yüklenmiş. Öykünün üst kurmacasını, temini oluşturuyorlar. Bu imgesel seçim, öyküye engin bir çağrışım gücü kazandırıyor. Çağrışımlarla baş başa kalıyor okur. Bunlar okurun doğrudan bilinçaltına sesleniyor.
     Geyikler bir de başkaca bir anlam yükleniyor. Bir arada yaşayan, bir yerden bir yere beraber, kalabalık göçen, tehlikelere her an (üstlerinden savrula savrula geçen kum tanecikleri) beraberce karşı koyan mutlu bir aileyi simgeliyorlar. Genç kızın düşlerini süsleyen, hiç kavuşamayacağını sezdiği o aileyi.
      İlerleyen satırlarda karşılaştığımız, “ Güneş gözkapaklarımı öpüyor, burnumu, saçlarımı öpüyor.”(s.16) tümcelerinde de görsel, işitse, duyusal dil/etkiyle yeniden karşılaşıyoruz.
     Bir de leylek var öyküde. Göçün, göçebeliğin belirgin simgesi.
     “ Uzun kırmızı gagasını tak… ta… tak… vuruyor.”
     Burada duyusal etkinin bir başka biçimde yeniden verilmesi söz konusu.
     Oysa her şeye karşın kız umutludur. Geleceğe umut dolu çocukça bakış kızın bilinçaltında dönenip durur. Şu satırlar bunun en belirgin örneği değil mi?
     “ Tarlaların ötesindeki çayırlık sonsuza dek yeşil serinliğini gönderecek bize.”(s.17)
     Ya kızın ayrılığa, parçalanmışlığa karşı ayakta kalma kararı? O da okura şöyle sezdiriliyor.
     “ Güçlü, neşeli, yok edilemez bir su damlasıyım… Onlardan kopan ama, onlardan bağımsız.”
     Sonra kız uyanınca annesinin çoktan gitmiş olduğunu, anneannesinden öğreniyor. Öğrendikten sonra ağlamakla ağlamamak arasında şöyle bir seçim yapıyor:
     “ Hayır.. Hayır ağlamayacağım artık. Ben bir su damlasıyım. İnatçı bir su damlası. Büyümek için savaşacağım. Mutlu düşleri gerçekleştirmek için savaşacağım.”
     Kızın seçimi ortada. Su kendisini tamamlamadıkça damlamaz. Geyikler, Annem ve Almanya, Duruel’in çarpıcı yürek burkan bir öyküsü. Ama umut dolu. Kendini tamamlayıp, olgunlaşıp damlamak, yaşama karışmak isteyen bir kızın gelişim öyküsü. Bilinçlenme öyküsü.


 * Bu yazı Lacivert edebiyat dergisinde yayınlandı.
  ** Geyikler, Annem ve Almanya, Nursel Duruel, Can Yay., 1. Basım, Eylül 2006

  ( Yazıdaki alıntılar a.g.e.)

İLHAN BERK

BAKTIKÇA VARIM!*


1/
Adlandırılmayan Yoktur’un** sayfalarını sadece 53. aforizmaya kadar yırttım. Öteki aforizmalar gizini korusun istedim.
Okurdan önce bir yırtma edimi istiyordu kitap. Bu, kitabın içindeki aforizmaların anlamlarını kurmak, sonra onları birbiriyle ilişkilendirmek için, bir okur emeği beklentisini daha başta muştuluyordu.

2/
Bir solukta 52. aforizmaya vardım.
Elbette burada duramazdım. Yarın diye bir şey yoktur! Her şey şimdidedir.
Bu kez öteki sayfaları da yırtmaya başladım.

3/
Aforizmalarda şeylerin sesli sessizlikleri var çoğun. Ölümün de, zamanın da.

4/
81. aforizmanın bulunduğu yere kadar sayfaları yırta yırta geldim. O an, bir şey fark ettim. Gecenin sessizliğinde yırtılan kâğıtların sesini.
Şeyler, sesli sessizlikleri içinde var olurlar Berk’e göre.

    “ 43
                  Nesnelerin seslerini düşündüm. En başta da                 
                  bir kurşunkalemin, bir bardağın, yıkılan bir  
                 masanın, sandalyenin seslerini.
                                                                           Hepsinin kendine özgü sesleri vardır.
                                                                          Bir ses ormanı.”

Ya kitapların sesleri?
Onlar da sesli sessizlikler içinde sürgit yaşamazlar mı? İlhan Berk önce biçimi (yapışık sayfalı , 16x16 boyutlarında) koyuyor okur önüne. 

   46
   Şeyler biçimleriyle vardır.
   Şeylerin varoluşudur biçim.”

Sonra sayfaları okur yırtınca, sesi koyuyor okur önüne bu kez…

5/
47. aforizma, 6. aforizmanın aynısı. Ya da tersi.
                                                                      
             “ 47,6
   İnsan eksiktir.”

Yazı yazmak ile ilgili aforizmalara baktım. Ne çoktular… Kuşatıcı olacak kadar. Eksikliğine karşılık yazar yazısını koyuyor ortaya. Onunla (yazıyla) var oluyor. Yazının, yazar için anlamlarından biri de bu belki. Hem zaten İlhan Berk’in ilk öncülü şu değil midir?
                                                                      
1
   Yazmak için hep bir neden vardır.
   Yazmak dediğimiz belki de budur.”

6/
İlhan Berk aforizmalarında okuru yazmak üzerine de düşündürüyor. Yazmanın niçin sessizliğin tininde ortaya çıktığını, bir nedeni olduğunu, zamanla hesaplaşmayı sağladığını… Tek heceli ‘ben’i karşımıza almak demek olduğunu, en önemlisi de niçin sessizliği kanattığını açımlamaya çalışıyor.

 “ 69
                                                                         Yazmak: Sessizliği kanatmak…
                                                                         Hepsi bu.”
7/
Okur şunu sormak hakkını 108. aforizmadan, bitişiğinde üç İlhan Berk deseninden sonra kullanabilir öyleyse:
Ya (kitap) okumak?

8/
Adlandırılmayan Yoktur’daki aforizmalardan bazı temalar:
Yazmak. Ses. Biçim. Varlık. Varoluş. Ölüm. Zaman. Yaşam. Metin. Bakmak. Yüz. Yol.

Bunlarla yüzleşmek için, öncelikle bakmak gerekiyor. “ (İnsan) baktıkça var, baktıkça var ed(er).” (106)

9/
Yeniden 26. aforizmayı okuyunca, aforizma kavramının anlamı ortaya çıktı: Kapalı söz.

10/
“ Felsefenin aslında şiir olarak kurulması gerekir.”
Kitap, Wittgenstein’ın bu sözüyle açılıyor.
Wittgenstein.
Oradan bakınca, İlhan Berk’in Adlandırılmayan Yoktur’u nedir?
Kapalı sözlerden oluşan, birer öncül olarak birbirinden doğan, birbirinde varlık/anlam bulan sözler toplamı…

11/
İlhan Berk, Adlandırılmayan Yoktur’da okuru kapalı sözleri açmaya, anlam kurmaya, böylece bir metin olarak dünyayı okumaya çağırıyor…

 *Bu yazı Varlık dergisinde yayınlandı.
**ADLANDIRILMAYAN YOKTUR, İlhan Berk, Yky, 2006


MİNİMAL ÖYKÜ

Dayanak
Ayağa kalktım.
O oturdu.
Giyindim.
O soyundu.
Gün geldi baskının etkisiyle güç kazandı.
Bu kez o kalktı ayağa.
Ben oturdum.
O giyindi.
Ben soyundum.

Böylece dayanaksız kaldık.

BİLGE KARASU, FERİT EDGÜ

Burayı zihnimde tasarımlarken, bir yandan da Uykusuzlar adlı minimal öykü toplamı olan dosyamı düzeltiyordum.
Bu dosyayı iki yazara adamak istedim sonra. Henüz yayıncısını bulamamış, bir yayın evinden dönmüş olan dosyamı. Belki üstümdeki emeklerini böylece bir miktar ödemiş olurdum. Ki Bilge Karasu üniversiteden hocamdır. Emek açısından tartıda ağır basar.
İthaf yazım aynen şöyle:

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndan çıktığım Bilge Karasu,
O’sundan  çıktığım Ferit Edgü için,

Gogol'ün Paltosu'ndan değil. Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'ndan ve
O'dan. 
İyi okur, yazarlar arasındaki ödeşmelerin böylesi derinliğini zaten iyi bilir.

TÜM DERS NOTLARI

Önsöz*
Kitapta, yazarın notu bölümünde Ferit Edgü şunları söylüyor:
“ Bu notların tümü bir öğretmenin değil, bir öğrencinin notlarıdır.”

Bu yılki Tüyap panellerinin birinde Sartre konuşuldu. Söz konusu panelin katılımcılardan biri de Ferit Edgü’ydü. Panel bitiminde yazar bir okuru için Tüm Ders Notları’nı**, ‘ Dostlukla’ diye yazarak imzaladı. Sonra ‘ Tüm Ders Notları’ yazısının üstüne, el yazısıyla ‘ Bir Öğrencinin’ yazdı. Kitabı okuyup, bu notları aldıktan sonra buna tanık olmuştum. O zaman, bir öğrencinin öğrencisi olduğum düşüncesine daha da içten bağlandım. 
1/
Kitap yazarın yazın dünyasından ve/ya öteki sanat dallarından damıttığı bilgilerden oluşuyor. Doğaldır ki bu bilgiler bir tanıklık, yaşanmışlık sonucu ortaya çıkıyor. Tutulan her not, yazarının gerçek yaşamla bağını sıkılıyor öte yandan. Yazarın belirttiği gibi, bu kimileyin bir aforizma kimileyin de bir özlü söz olarak okurun karşısına çıkıyor.  
Bu kitap aynı zamanda bir yazarın (elbette Ferit Edgü’nün), kendi sesini nasıl bulduğunun öyküsüdür.

“Ben her sese göre
Bir şarkı, türkü, bir ezgi olduğuna
İnananlardanım.
Bu nedenledir ki, şu bet sesim
Hiçbir zaman üzmedi beni.
Sesimi güzelleştirmek için bir çaba da
Harcamadım.
Yalnızca bu sesin söyleyebileceği
Ezgileri, türküleri
Yaratmaya çalıştım.” (s.11)

2/
Tüm Ders Notları, insanın özelinde sanatçının verili dünya içindeki kuşatıcı soru(n)larına bakıyor. Kitabın insanı çekmesi, içine alması bundan. Dönüştürmesi, kendiyle yüzleşmesini sağlaması, yaşama birden bire atıp fırlatması da.

3/
Okurken kalem tutturan metinler vardır. İster istemez sizi böyle bir sürece sokar. Not tutar, yazarak düşünürsünüz. Derinliklidir bu metinler. Çağrışım gücü yüksektir. Kafalarını soru işaretlerine dayarlar. ( Ferit Edgü’nün en sevdiği işaret, soru işaretidir.) Durmadan soru sorar, sorgulamada bulunurlar. Açılımları, o soruların yanıtlarını da içerir. Tüm Ders Notları’nın işte bu yanına dikkat etmek gerekir.

4/
Her sanatçının yaşam, -eğer yazarsa- yazın konusunda belli bir duruşu vardır. Tüm Ders Notları’nda Ferit Edgü, bir sanatçının/yazarın bu tür duruşlarından söz ediyor. Onları açımlıyor. Verili dünya, yazınsal gerçeklik, dil karşısındaki duruşlarından söz ediyor. Bunu, elbette öncelikle kendi duruşunu ortaya koyarak yapıyor.

5/
Ferit Edgü metinlerinin okurunu yazı yazmaya kışkırttığı saptaması daha önce yapılmıştı. Gerçekten de, okununca bu notlar üstüne sayfalarca yazı yamak isteği doğuyor insanda. Yazı yazma kışkırtıcılığı apaçık. Vurucu. Yalın. Derinden gelen, bilgece bir sesle üstelik. Serinkanlı ama. Telaşsız. Neyi ne kadar bildiğinden emin olan birinin sakinliğiyle. Bu yüzden metinleri okurken güven dolu bir ses işitirsiniz. O ses/ler/in söyleşisine bu yüzden doyamıyor insan. ‘ Acaba, öteki ders notunda ne var?’ diye merakla bekliyor. Okudukça şöyle bir saptamaya ulaşabiliyor okur:
“ Bu metinlerin ardında, ‘ yaşamı başarmış’ bir yazar bulunuyor. En sevgili işi de, yazmak. Onun deyişiyle, dünyayı söze çevirmek. Sözle gerçekliği yeniden göstermek.”

6/
Tüm Ders Notları, yazı/yazın dünyasının sorunlarına bir çözüm olarak da okunabilir. Dikkatli bir göz, şu soru(n)ların yanıtlarını/çözümlerini fark edebilir:
‘ Günümüzde yazar niçin yapıtın önüne geçti?’ (Unutmak/unutulmaktan korku ile ilgili not).
‘ Yazar kitabı üstüne konuşmalı mıdır?’ Can alıcı bir başka soru da bu.
Tüm Ders Notları’nda bu sorunun yanıtına bakalım:
“ 29.
-          Sadece bir yazar, bir ressam, bir ozan, kendi yapıtının, öneminin bilincinde olabilir mi?
-          Her zaman bilincindedir. Bu nedenle, bu konuda ağzını açmaz.”

7/
Dili kullanma bilgisi olmazsa olmaz bir şey mi?
Bu sorusunun yanıtı için yine kitaba bakalım.
7. notta (Yeni Notlar) Barthes’tan yapılmış bir alıntı:
“ Sözcükler herkesin malıdır, ama cümle, yalnızca yazarın.”

8/
“ Ben insanları sevmem. İnsanları sevmek diye bir şey yoktur. Olanaksızdır. Ancak, şunu ya da bunu sevmek söz konusu olabilir,” diye mi düşünüyorsunuz? O zaman, 55. ders notu (I.Bölüm), bu düşüncenizi şöyle tamamlıyor:
“ Benzerini seveceksin, buyuruyor dinler. Nasıl?
   Bir insanın benzeri olur mu?
   Her insan ayrı bir dünya değil mi?
   Önemli olan onları sevmek değil.
   Onları anlamak
   Onlarla anlaşmak olsa gerek.”
Bu, günümüz sevgisizliği için bir yanıt elbette. Bu yaklaşım da, zaten 53. ders notunda şöyle öncelenmişti:
“ Kör ya da hastalıklı bir gözle bakmamalı insana.” ( Daha fazlası için bkz. 54. not.)

9/
Özgürlük (yaratma özgürlüğü), düşünce özgürlüğü, yazmak, evrensellik, erotizm, gerçeklik- düş ve bunların sanat yapıtındaki karşılıkları, savsöz yapıt/yazın, yazınsal dil, insan gerçekliği, gibi konular üstüne düşüncelerden oluşuyor kitap. O düşüncelerin notlarından. Felsefi bir bakış, kavrayış tüm notlarda kendini gösteriyor. Yazınsal dil tadı, kurgusu olan birer kısa/kısa metinler olarak da bakılabilir bunlara.

10/
II. Bölümde, Kimse ve O’nun yazılma sürecinde tutulan notlar var. Gerilimli, delilik sınırında gezinen, sancılı süreçler. Ferit Edgü, bu notlarda bir yazar olarak iç dünyasını, yazınsal serüvenini bize cömertçe açar; Hakkari’nin bir dağ köyündeki yazmak eylemini. Coğrafyayla,
öteki metinler ( Celine, Kierkegaard…) arasındaki çağrışımlar ve onun kılavuzluğunda kurulan kurmaca dünya/lar. Gerçekliğin bir başka şekilde, dönüştürülerek, simgeselleşerek yaratılma süreci. Bu süreçteki  yazma anına değin yaşananlar. Doğum sancıları, sanrıları. Doğum. Doğum ertesi yapma-yıkma işçiliği. Dil, söz işçiliği. Anlam arayış. Ama, farklı bir biçimde bu anlamın yeniden kurgulanmasıdır söz konusu olan…

11/
Tüm Ders Notları, ‘ Niçin yazılır?’ sorusunu değil, ‘ Nasıl yazılır?’ sorusunu açıklığa kavuşturan notlardır.

12/
“ Bir öykü iletisini bağıra bağıra vermemeli. Ağzını iki eliyle sımsıkı kapamalıdır. Öyle ki, o ağız iki elden kurtulunca, öykünün iletisi çığlık çığlığa çıkmalı. Sarsıcı. Gerilim buradadır işte. Öykü de.”
Kitabı okurken kafamda kurduğum, sonra yazdığım bir not. Bu not kitaptan mı çıktı, benden mi onu çözemedim.

13/
Ferit Edgü’yü bir okur olarak da tanımayı sağlıyor kitap. 17. Not (Yeni Notlar) bunu çok iyi açıklıyor. Bir okur olarak yol haritasını gösteriyor. Yazarın yol haritasının en belirgin coğrafyasını Franz Kafka oluşturuyor. Öteki adlardan bazıları da şöyle sıralanabilir: Gogol, Tolstoy, Çehov, Malraux, Proust, Kierkegaard, Balzac, Rostand, Deleuze, Aragon, Valery, Genet, Joyce, Eco, Kraus, Lukacs…

14/
Berlin Resim Notları’nda, yazınla-resim arasındaki ilişki/ilişkisizliğe bakıyor yazar. İki uğraşın da, sonunda dünyayı nasıl iki farklı yolla okumayı sağladığını gösteriyor.

15/
Bu notlarla şunlar açığa çıkıyor;
Gerçek bir bilge,
Gerçek bir yazar,
Gerçek bir okur.

16/
93. notta ( II. Bölüm) Ferit Edgü, Kimse’de yarattığı dili şöyle açıklıyor:
‘ Berrak, giderek, saydam bir dil yaratmaya
çalışıyorum.
Bir kişinin değil, bir sesin dilini.’

Bu yüzden, Tüm Ders Notları, ‘ Bir yazar kendi dilini nasıl kurar/bulur? Niçin bulmalıdır?’ sorularının yanıtlarını içerir. Ferit Edgü’nün yazın dünyasının nasıl kurulduğunun, o dünyanın yapı taşlarının ne olduğunun da.

Son Söz Yerine:
Öğrencinin girişteki ilk notu, yazarın kendi sesini bulması üstüneydi. Yol, yolculuk, ölüm üstüne son notlarda ölüm düşüncesi üstüne, sesini bulmuş bir yazar şöyle düşünür:
“ Gül solar. Ses kesilir. Elma çürür. Göz görmez. Dere kurur. Kulak duymaz. Böyle yavaş yavaş terk etmeye alıştır kendini-dünyayı.”

Okur-yazar olarak kendisine mi bu sesleniş, yoksa biz okura mı? Ölüm! Evet, gerçektir. Ya yazın, sanat? Daha da gerçek.    




* Bu yazı Yaba edebiyat dergisinde yayınlandı.
**Tüm Ders Notları, Ferit Edgü, Yapı Kredi Yay., 2001, 217 sayfa. 

BAŞLARKEN, BİR DAHA

Okur, yazar olarak böyle bir yerden;
okuduğum,
okuduğum üstüne düşündüklerim,
yazmak uğraşı,
yazmak uğraşının önüne geçen gerçek yaşam...
Görünür kılınır diye...
okuduklarım üstüne düşündüklerim,
düşündüklerim üstüne yaşadıklarım.
Şimdi apaçık olabilir.
Başlayalım öyleyse.



BAŞLARKEN...

Adana'da yaşıyor, Adana'da okuyor, görüyor, öykü yazıyorum.
Kimi zaman okuduğum kitaplar üstüne düşündüklerimi yazmak isteği duyuyorum.
Bir okur olarak bu yüzden söz alabileceğim bu alanı oluşturdum.
Okuduğum, gördüğüm, yazdıklarım üstüne söz alacağım burada.
Başlayalım.