30 Nisan 2016 Cumartesi

EDİTÖRE MEKTUPLAR 7

Sayın Editör,
Kitap baskıdan çıkmak üzereyken yazayım istedim. Kitap yayınlatmak zor. Hem de nasıl.
Buna girmeyeceğim. Yeterince geçmiş mektuplarda bunu kaleme aldım sanırım.
Benim bu kitabı Bilge Karasu ve Ferit Edgü’ye ithaf nedenim üzerine biraz söz almak istiyorum.
Küçürek öykülerimi topladığım bu ilk öykü kitabımdaki ithaf yazım şöyle:
Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı’ndan çıktığım Bilge Karasu,
 O’sundan  çıktığım Ferit Edgü için,
Bilge Karasu benim üniversiteden hocam. Aklımda Kılavuz adli kitabının yayınlanmadan önce dosya üzerinden çözümlemesini yaptığımız Metin Okuma ve Yazma dersi geliyor.
Sonra bir kibriti beş sözcükle nasıl betimleyeceğimiz üstüne yaptığımız o ders.
Sonra kedisi Bıyık ile tanışma. Derslerimiz onun ödül almak için Amerika’ya gitmesiyle aksayınca, telafisi için evine gidip işlediğimiz ders.
Bir de dersin birinde ona, Hala yazıyor musunuz? diye sorduğum o çiğ soruyu unutmam olanaksız.
Yazıya ilişkin ilk gözlemlerim, kavrayışlarımı ona borçluyum. Onun yapıtlarına.
Bu yüzden yazmak eylemimi bir biçimiyle etkileyen yazardır Karasu.
Ferit Edgü’ye gelince… Onu yapıtlarından tanıyordum. Yazınsal anlayışını, anlatımını, sözcük ekonomisini. Öykülerinde, romanlarında yer alan felsefi arka planı.
Sonra Edgü ile İstanbul Kitap Fuarında tanıştım sonra. Hazırladığım Edebiyatta Felsefe dosyası için ondan yazı istedim.
Hoş ona ulaşıp sonra yazısını alamadım. Ama onu gün yüzüyle görmüş oldum.
Yazı anlayışım üstünde tüm yazarların emeği olsa da bu iki yazarı ayrı tutuyorum. Onlar gibi yetkin yazmak isterdim.
Bu ilk kitap bu iki ustaya saygı niteliğinde.
Kitap okurla buluştuktan sonra; tepkilere bakarak olmuş mu, olabilmiş mi o zaman göreceğiz.
Neden özellikle bu iki kitap?

Bunu da bir başka mektupta kaleme almak isterim.

26 Nisan 2016 Salı

EDİTÖRE MEKTUP 6

Sayın Editör,
1995’te Adnan Özer ve Özcan Karabulut’un yönettiği  Düşler Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküyle her şey başladı.
Ortaokul yıllarından beri yazdığım günlükler öykü formuna döndü böylece.
O gün bu gün öykü yazmayı bırakmadım.
Küstüğüm oldu. Öyküye değil. Sezer Ateş Ayvaz’ın deyimiyle edebiyat tanrısına.
Ara verdim.
Kalemden uzak durdum.
Sonra yeniden bir ses, renk, kokuda yakaladı beni öykü.
Yazdım yeniden.
Başta her yazdığımı öykü sandım. Tomris Uyar Varlık dergisinin genç kalemler bölümünde benim için, “Yolda’nın yazarı öykünün felsefe kaldırmadığını bilse ileride usta işi öyküler yazabilir,” diye yazdı.
Sonra  Ankara Öykü Günlerinde Hürriyet Yaşar dosyamı okudu. Öneriler sundu.
Öykülerim M. Sadık Aslankara tarafından okundu.
Ayla Kutlu’nun da eline değdi.
Öykü, edebiyat dergi editörlerinin her gönderdiğim öyküyü yayınlamaması iyi bir okul oldu benim için.
Sonra diğer dergilerde göründüm.
Artık beş, on yıl gecikmenin, sabretmenin sonuna geldim.
İlk göz ağrım. İlk öykü kitabım çıkıyor Sayın Editör.
Doğum gerçekleşiyor.
Umarım edebiyat yolum uzun soluklu olur.

Bir yazar başka ne ister ki?

12 Nisan 2016 Salı

AYŞEGÜL ÇELİK

KÂĞIT GEMİLER*


    Anlatıcının öykü kitabının girişindeki ilk seslenişi, çarpıcı bir son söz olarak da okunabilir: “ Ey okur, masallar bizim gibi fakir fukaraya mı kalmış? Gerçek bizim neyimize yetmiyor?”
     İşte bu sorudan sonra sanki yazar, gerçeğin bize neden yetmediğini, daha doğrusu neden yetemeyeceğini anlatmaya koyulur.
     Ayşegül Çelik, verili gerçeğin çelişkilerini masal anlatımında okura inceden inceye sezdirmeyi başarmış. Her gün televizyon ekranlarından akıp duran doğal gerçek, bir yerde insanı duyarsızlaştırmış. Gerçeğin bu sıradan dilini kullanarak anlatılacak olan öykü ne kadar etkili olabilirdi? Bundan olsa gerek yazar, masalsı bir anlatımla okuru daha ilk adımda, o kurmak istediği büyülü gerçeğin içine çekiyor. Zamanın hızına eksilerek yetişmeye çalışan okur, kitaptaki efsunlu anlatı ormanına vicdanından kaldığı kadarıyla giriyor. Okur farkında olsun ya da olmasın, öykülerde ilerledikçe vicdanının eksik kalan yanının arayışına girişiyor. Bu onun kendi varlığını tümleme çabası olarak da görülebilir. Bunu başarması anlatıda,  ötekini ‘kocaman bir bütün’ olarak görmesi için bir önkoşul olarak değer kazanacaktır.
     Kitabın girişinde anlatıcı/yazar, “ Sadece bir masal aktaraca(ğını)” söylese de, masaldan öte, gerçeğin insanı inciten kesiklerine “ avaz avaz bağıran avuçları(nı)” uzatır.
     Kitabın ilk masalı ( Afsun), anlatıcının genç yaşında yaban ele giden ablası Sitare’nin anlatısından oluşuyor. Aslında bunun aynı zamanda anlatıcının annesinin de masalı olduğunu, onun da bir yazar olduğunu fark ederiz.
     İkinci masalda ( Kuşlar) Yıldız anlatılır. Sanki Sitare burada Yıldız olarak karşımıza çıkar. O büyülü Deli Orman’ı kurmaya çalışan bu anlatı dünyasında, adlar o kadar önemli midir? Önemli olan her söz alışta, insan’ın anlatısının dile gelmesi değil midir? Bu ikinci masalda iç dünyasını dokuma tezgâhında ilmekler örerek; bir başka dünyanın canlılarını, kuşlarını, renklerini anlatan bir genç kız, Yıldız söz alır. Dokuduğu tezgâhta dile gelen, varlık bulan bir efsunlu dünyanın renklerine, o dilden anlamayanların hoyratça el uzatmalarına tanık oluruz. Burada da yazar, eğretilemeyi ustaca kullanır. “ Bıçağın biteviye hırıltısını bastıran tuhaf bir çığlıkla inledi ortalık.” (s. 17) O çığlık, şu anda gerçeğin gözümüze bir kıymık gibi battığı iletişimsizlik dolu yaşantılarımızda, bizim adımıza atılmış bir çığlık değil midir?
     Özellikle yazıyla, çiziyle uğraşanların ilgisiz kalamayacağı bir başka efsunlu masal/öykü, Kelimeler Masalı’dır. Bu kez dil içinden, bir başka dile yönelir anlatı. Binbir Gece Masalları gibi; masalın sözü, sesi bir başka masalın sözü, sesi olur. Bir yaratılış masalıdır Kelimeler Masalı. Öyle görünür. Ama dilin ( bir anlam dizgesi olarak) yaratılış ve bozuluşunu konu alan bir masal olarak da okunabilir. İnsanın insana taşmasını engelleyen bir iletişimsizlik masalı. Bu masalda lisan tamircisi, bizi çoğaltması gereken sayısız dillerin onarılması için çalışır. Böylesi güzel dillerin ırmak seslerini, bulut renklerini, taşlarını, rüzgâr parçalarını, nehir seslerini yitirdik. Bu yüzden içimizde o eski güzel dilin uyanacağı ana kadar, “ Saklandıkları ormanla beraber defterin arasına kıvrılıp gözlerini kapat(tır),” (s.23) kelimler.
     Sonra Gökteki Kara Boncuk adlı masalda yokluktan bahsetmek isteyen kelimeler söz alır. Anlatılan çağcıl bir aşk değildir. Ama bu dünya sırtında yaşanmış olması muhtemel bir kendini adama masalıdır okunan.  
     Deli Dumrul’da** da Azrail’le girdiği pazarlıkta, canına can arayan, onu bulamayan bir çaresiz anlatılır. Deli Dumrul’a aradığı canı, eşi sanki tüm Anadolu kadınları adına verir. Annesi, babası, kölesi Kırk Yiğit bile canını ondan sakınırken. O zaman affedilir Dumrul’un canı. Öyle ya böylesi büyük bir sevi karşısında Tanrı bile insanın yazgısını bozar.  
     Kısacası, “ Yüzlerini güneşe çeviren, göğün mavisini hızla arttıran(ların)” (s.29) masalıdır Gökteki Kara Boncuk. Bir kadim zaman masalı.
     Her dinde, her dilde yürekler aynı gerçeği taşır. Önemli olanın, bunu görmek olduğunu Toprağın Öyküsü’nde anlarız.  Bu aynı zamanda,
“ Hayat(ın) tepeden tırnağa bir ağrıdan ibaret,” (s.40) olduğuna tanıklıktır.  “ Gerçek bizim neyimize yetmiyor?” diye sormuştu başta anlatıcı. Bu sorunun yanıtını, Toprağın Öyküsü’nde buluyoruz işte:
     “ Gerçek yürekte taşınan bir ağrı(dır)” (s.40)
     Sırf bu yüzden Kâğıt Gemiler, yürekte taşıdığımız gerçeklere bakmamızı, onların ağrısını yeğnileştirmemizi sağlayacak bir uzun öykü olarak da okunabilir.
     Söz konusu olan bu masalda, oğlu Ahmed’in “ Cehennemin basamaklarında durduğumuzu, ömrümüzü başkalarının ördüğü yalanların içinde geçirdiğimizi ve dünyanın böyle bir yer olmaması gerektiğini,” (s. 41) anlamasını bekleyen bir kadınla karşı karşıya kalırız. Öyküde dünyaya ilişkin bir itiraz yükselir. Diğer masallarda ise bu çığlığı, iyiyi göstererek okura duyurur Ayşegül Çelik.
     Her öyküde bir kadın vardır. Ya erkeğinin önünde ya yanında,  ya da arkasındadır. Beyaz Kelebek’te yine büyülü bir masalda dile gelen bir kayboluşun, yersiz yurtsuzluğun anlatısını dinleriz.  Okuru her anlatıda dişil, anaç bir dil karşılar. Verimlidir bu dil. Gösterir, sordurtur, vicdanın o eksik kalan bölümünü aramaya yöneltir. Bizi içine alır. Sarıp sarmalar. Ceylan’ın kayboluş öyküsü olan bu masalda da durum aynıdır.
    Çöl Gemileri adlı öykü de köksüzlüğü anlatır. Nereden geldiği bilinmeyen, bu yüzden nereye gideceği de kestirilmeyen kadınların, genç kızların masallarıdır bu dile gelen.
     Gitmek istediği yeri, yolu henüz bulamayanların dilini anlatan bir başka masal olan Çöl Gemileri’nde, Ahmed’in söz almasıyla Mari’ye (Meryem) rastlarız yeniden. Henüz masalın dili, Mari’nin öyküsünü bitirmemiştir çünkü. Hangi masal, hangi insanın öyküsünü bitirebilmiştir ki? Bu yüzden hiç bitmeyen masallar okuruz Kâğıt Gemiler’de. Okur kâh masalı öyküye çevirir, kâh öyküyü masala. Her çevrimde baktığı yine kendi sureti, yaşamıdır aslında. Okurun kitaptaki masalların büyüsüne kapılması bu yüzdendir. Anlatıcı, okurun aklının masal ilerledikçe büyüyeceğini, içine kurt düşeceğini başta söylememiş miydi? Yazar büyülü gerçeğin, verili gerçeği kanattığı her yerde yeniden bir dünya, düzen kurulacağına ilişkin bir umut yeşertir okur içinde. Bu durum yazarın öykülemedeki başarısının getirdiği bir sonuçtur. O sadece masal diliyle işaret eder. O işaret de bir efsunda, bir insan yüzünde, sözünde varlık bulur.
     Parçalanmış hayatların anlatıldığı, yaşamını koca yalanlar üstüne kurmak istemeyen Mari’nin oğlu Ahmet, iki farklı inancın dilsiz insanlarının dili olur. O da bir lisan tamircisi gibi çıkar karşımıza Çöl Gemileri’nde:
     “ Eğer taş üstüne taş koymayacaksak, omuzlarımızdaki kuvvet ne işe yarar? Birbirimizi yerden kaldırmayacaksak, neye uzanacağız bu kollarla? Merhamet bile hatırımıza gelmeyecekse, içimizde oturan bu iyiliğin anlamı ne?” (s.63)
     Ahmet hepimiz adına söz almış gibidir. Dilsizliğimize dil olur:
     “ Eğer bu dünyayı kuran Tanrı olsaydı, şimdi onu bu kadar incitip kanatmaya bizim gücümüz yeter miydi hiç?” (s.63)
     Kâğıt Gemiler, bir kadın anlatıcının dokuma tezgâhında ilmek ilmek biçimlenen ışıltılı bir kilim olarak da görülebilir. Diyelim ki Afsun kilimin (anlatının) başında ortaya çıkar. Araya başka ilmekler, renkler (öyküler) girer. Sonra yeniden karşınıza Ah, Seni Bahtsız Yalnız’da çıkar yeniden o ışıltı. Kilimin öteki ucunda.
     Yazar insana olan umudunu Ah, Seni Bahtsız Yalnız’da şöyle dile getiriyor:
     “ Bir dahakine, daha iyi varlıklar olarak doğduğumuzda, bizden saymadıklarımızın canını yakmamayı, her şeyi kocaman bir bütün olarak sevmeyi öğreneceğimizi biliyorum.” (s.65)
     Böyle bir umut olmasa masalın bu büyülü dili, gerçeği neden kanatıp dursun ki?
     Bir başka yerde, gündelik yaşam gerçeklerinin içini kanattığı insanlara seslenmeyi başarmış yazar:
     “ Hey yaralı, yaralarından yana nasılsın?” (s.65)
     Bu sesleniş, betimsiz bir sorgulamanın hem ilk hem son kapısıdır.
     Deli Orman’da karşımıza yeniden yezidi Afsun çıkar. Yazar dokuma tezgâhında, öteki ucu kilimin başında olan bir başka ilmek daha atmıştır:
     “ Yaz: Bugün herkes yeterince incitilmiştir.” (s.78)
     Böyle seslenir anlatıcı dokuma işliğinin sonunda. Son Hikâye’de anlatıcı kadın yazarın, neden kalemi eline aldığına ilişkin olan mesel de böylece sona ermiştir. Anlatan aslında bir anne sesidir. Kilimi (Deli Orman) dokuyan eller de, onun elleridir.
     Kâğıt Gemiler’de anlatıcının söyleyecek sözü “ bittiğinde içi(nizde) başka biri varmış da, gözleri(nizden) bakan oymuş gibi durup,” (s.60) bu kez siz söz alacaksınız.

Kâğıt Gemiler/ Ayşegül Çelik/ Yapı Kredi Yayınları/ 79.s
   

* Ayşegül Çelik, 2010 Yunus Nadi Öykü Ödülünü alan Kâğıt Gemiler adlı dosyasını kitaplaştırdı. Ödüllerin yazara sorumluluk yüklediği söylenir. Eksik. Ödüllerin bir işlevi de bazen, Kâğıt Gemiler gibi yetkin dosyalara, okurun dikkatini çekmesidir.

** Deli Dumrul, Güngör Dilmen, Mitos Boyut yay., 1998
Bu yazı Cumhuriyet Kitap ekinde yayınlanmıştır.

4 Nisan 2016 Pazartesi

EDİTÖRE MEKTUP 5

Sayın Editör,
Hafta sonu önemli bir şey yaptım. Adana tiyatro festivalinden zar zor bilet aldım. Elimdeki bilet Tesir adlı tiyatro oyununa ait. Ona gitmeyi planladım. Öteki planım da oğlumla Batman ve Superman’e gitmek oldu. İlk plan gerçekleşmedi kimi önemli ve güzel nedenden dolayı. Ama ikincisini gerçekleştirdim. Oğlumla filme gittim. Adana’ya izlemek istediğim filmler bir türlü gelmiyor. Oğlum için bununla idare edebilirdim. Oğul, babaların Batman ile Superman tişörtleri giydiklerini görmek hoştu. Çünkü biz Superman’in çizgi romanlarıyla büyüdük. Birden çocukluğum geldi aklıma.
Film idare ederdi işte. Tek garip olan şey, Marvel’in mitolojik karakter filmlerinde de kötülüklerden bizi hep Amerikalıların kurtarması. Her zaman Sam Amca imdadımıza yetişiyordu. Her yerde, her türlü kötülükten bizi koruyordu. Sonra bu filmde de, dünyayı kötü hale getirdiler, ama yine de bir çıkış yolu var. Umutluyuz, demeye getiren replikler işittim(okudum). Chuck Palahniuk’tan biliyorum. Edebiyatın gerçeği bozan, dönüştüren dilini. Toplumsal, verili olan gerçeği; şiddet, porno, küfür olarak bir anlatım, eleştiri nesnesine dönüştürüp yeniden önümüze koyuyor yazar. Verili gerçeğin dilini bozarak, yüzümüze bir şamar gibi yeni eleştirel dil/tokadını vuruyor Palahniuk. Bir de George Orwell’in 1984’ünde Büyük Birader de gerçeğin dilini bozuyor. İnsanlar arasında iletişimi bozmak adına. Açıkçası 1984’ün gerçeği bozan dili gibi bir bozma eylemi değil Chuck Palahniuk’taki. O distopyadaki dil, gerçeği bozma hayra alamet değil. İşte Batman ve Superman’daki az önce verdiğim replik, 1984’ün o hayra alamet olmayan verili gerçeği tersinlemekten, bozmaktan başka bir şey değil. Dünyanın bozulmasında en büyük katkısı olan kişi kalkıp, dünyayı bozdular, diyor karakterlerin ağzından.  Buna psikolojide Freud amca karşıt tepki geliştirme, diyor. Ya öyle Sayın Editör, dünya bu tür tepkiler üzerine kuruluyor. Bu yaşamımızın yeni uzay çağı böyle artık. Söz konusu uzay çağının da bir dili var. Kötülük uzaktan, uzaydan, sonsuzluktan gelecek. Sonra biz sizi kurtaracağız. Anneler de çocuklarını böyle korkutuyordu susturmak için Sayın Editör. Anımsarsınız siz de. Bak iğneciyi çağırırım. Ayı gelip seni ham yapar. Sus yoksa o adam gelip seni alır. Şimdi korkuyoruz. İçimize işledi korku bir kere. Altımıza yapmak üzereyiz. Yetişin bu distopyayı bozalım Sayın Editör.
Eve döndük sonra. Oğlum hayali düşmanlarla savaşmaya başladı. Kendi oyununu kurdu salonun ortasında. Benim ise karnım toktu Sayın Editör. Yemezler, dedim çıktım işin içinden.
Sağlıcakla kalın.


Kitapsız bir yazar.