3 Şubat 2025 Pazartesi

BİR ALBATROS CORDOBA SULARINDA KANAT ÇIRPIYOR

Çok önceleri kurdum bu gezi günlerini. Into the Wild filminden sonra. Ruhumu bir sırt çantasına tıkıştırıp yollara düşmek hissi o zaman oluştu. Elbette sonra öğrenecektim. Yollara düşmek bir tür yaşam biçimi. Yolda olmanın verdiği o duyguya bir tür bağımlılık oluşturuyor insan. Bu bir tür yarayı kanatma. İrin akıtma. Başka bir yerde ve coğrafyada insan hikâyelerinin peşine düşme. Ne dersiniz deyin, gezinin yaşattığı o gezgin ruh içinde insan sanki yaşam denen o solucan deliğinin içine giriyor.
Bambaşka bir gerçeklik inşaa eder misiniz?
Başka bir gerçeklik inşaa edildiğine tanıklık eder misiniz? Gerçekliği soyutlarken bambaşka bir gerçeklik içine düşmek ister misiniz? O halde coğrafyanızı terk etmeye hazır olun!
İstanbul sonrası Atina'ya geçtik. Atina'ya ikinci gidişimdi. Atina'nın felsefi ruhu yeniden sarıp sarmaladı beni. Monstraki çevresinde zaman geçirmeyi bu yüzden seviyorum.
Daha önceki gelişim uzun süreliydi. Pire Limanı, Parnassos Dağındaki Delphi tapınağı, Sounion Burnundaki Poseidon tapınağı, Akropolis, Agora, Sokrates'in zehirlendiği yer, Pagrati'deki ilk olimpiyat stadı, yemek kültürü ile Yunanistan beni büyüledi.
Sonra 2025'in ilk gezisi İspanya ruhumu esir aldı. Bir teslimiyet içinde kendimi ona verdim.
Polonya bir geçiş yeri oldu. Gezi dönüşü aynı güzergahtan olacak. O zaman bira Polonya havası soluma fırsatım olacaktı.
İspanya ilk açılışı Barcelona ile yaptı. Viyana'da sanki aynı sokaklar beni içine almış ve ruhumu genişletmişti. Oğlum Berkay'ın heyecanlı bakışları arasında, o geniş güzel bulvarları gezdik. Plaza de Catalunya'daki metro durağı eksen çizgimiz oldu. Antoni Gaudi'nin elinin değdiği mimari yapıları görünce, köşe denen geometrik şeklin sürgününü gördük. Barcelona'da ayakta kalma çabası gösteren Ana ve ailesini tanıdık. Bir gün bize ayrılan odada kaldık.
Madrid'de bizi Antonio bekliyordu. Onu evinde iki gece konakladık. Prado müzesinde tarihin bir renge, çizgiye bürünebileceğine tanıklık ettik.
Sevilla, Endülüs ruhunu bize vereceğine Hristiyan kralların şapel ve kaleleri arasında oyaladı bizi. 
Ama ben kadının  cesaret ve zarifliğini Santa Cruz mahallesinde görünce tanrının ilk olarak kadını yarattığına inandım. 
Çok  beklemiştim. Artık ruhumu Endülüs'e teslim etmeliydim. Rotamızı Cordoba'da taş köprüde yıkayabilirdim. Oysa ruhum bir medrese önünde, büyük bir özgüvenle dikilip bakan İbn Rüşd heykelinde arınıp yıkandı.
Cordoba'da sokaklarında dolaşırken turunç ağaçları ve ılıman Akdeniz iklimi beni memleketime götürdü. 
Granada üstüne şarkılar yazılmış.Devrimci şair Miguel Hernandez Madrid'i güzellerken, bir başka devrimci şair Garcia Lorca, Granada'ya büyüleyici dizelerini serpiyordu.
Granada'da bir Endülüs estetiğine tutuldum. İnce işlemelerideki metafizik evrenden, somut gerçekliğin içine düştüm. Ardından insanın saldırganlık dürtüsü baskısı altında sanatın, sanatçının ve eserlerinin binbir zahmetle nasıl yaşamaya çalıştığına tanıklık ettim.
Bellavista'nın sokaklarını aşkım Antakya'nın midak sokaklarını gezer gibi gezdim. 
Gece uyku tutmadı. Antakya'da depremin ağır resmini gördüm o gece.
 Bellavista'nın sokaklarında kayboldum. Ağladım sonra sarhoş oldum.

Şimdi yönünü yitirmiş bir albatros gibiyim. Kanatlarım zihnime direniyor.  Barcelona havalimanından beni alıp gerisin geri Polonya'ya götürecek uçağı beklerken. Kalbim son Endülüs ezgilerinde yıkanıyor. Ah Al Hamra! Ne çok terkedip terkedip tuttun elimden benim...

27 Kasım 2024 Çarşamba

DERGİLERDEN

Kimi öyküler vardır. Gerçekliği soyutlarken bambaşka bir gerçeklik inşaa eder.
Masa B3 adlı öykü de böyle bir kurguya sahip. Kitap-lık dergisinin yeni sayısında (Kasım, Aralık) bu öykümün yer almasına sevindim doğrusu.

20 Mayıs 2024 Pazartesi

YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE



Schopenhauer'ın bu kitabını okurken,onun acının filozofu olduğunu aklımda tuttum. Ama kitap, acının öğretmen olarak karşımıza geçip bizi eğiteceğini dile getirmiyor. Aksine başta bir yaşam bilgeliği ve felsefesi sunacağını kitabın alt başlığı bize deklare ediyor.
Bakın burası şaşırttı beni. Çünkü sanki acının yaşamdaki varlığı, nihayetinde yaşamı da reddediyor olmayı getirebilirdi. Hayır öyle olmadı. Schopenhauer Aforizmalar adlı kitabında, mutluluğun neredeyse anahtarı konumundaki yaşam bilgeliğinden söz ediyor.
Bu yaşamı olumlamak değilse nedir?

Filozofun okurla söyleşir gibi, samami bir anlatım tekniği yeğlediğinin altını çizmek gerekiyor. Yanı sıra filozofun işaret ettiği, bilgelik uzerine konumlandırılmış olan yaşam felsefesini gayet açık bir şekilde anlatıyor olması, bir şans olarak değerlendirilebilir.
Yaşamı kimi yerde soyutlasa da , asla gerçekliği elden bırakmıyor Schopenhauer.
Aforizmalar deyişi filozofun her bölüm girişinde ele aldığı argümanlardan kaynaklanıyor olabilir. Çoğunlukla Antik Yunan ve Roma düşünürlerinden seçtiği argümanlara yer vererek düşünce ve argümanları sağlam bir zemine oturtuyor.

İtiraf etmeliyim ki, bu aralar sosyal medyada görünür olmak adına hazırladığım içeriklerde bol bol bu kitaptan yararlandım. Bu yüzden okuma zamanım kesintiye uğradı ara ara.
Gelelim, nasıl bir yaşam sürmeliyiz ki, bu bizi hem mutlu yaşama, hem de yaşam bilgeliğine götürsün? sorusuna.
Schopenhauer gayet minimal bir yaşam işaret ediyor 

 Hem sosyal çevrede, hem mal mülk açısından. Çünkü ona göre her türlü sınırlama mutluluk getirir. Günümüzde bu argümanın, haklı nedenleri olsa da, taraftar bulması zor görünüyor.
Yaşam bilgesi, dış dünya yaşamına yabancı olmayacak. Ama aynı zamanda söz konusu bu yaşama saplanıp da kalmayacak.
Enerjik bir biçimde dış dünya gereksinimlerini karşılayacak ve hemen iç dünyaya kendini verecek.

Mutlu olmak ne demektir? Kadim sorunun cevabının, filozofun sevimli yaşam bilgesini tanındık sıra açığa çıktığını göreceksiniz.
Yaşama bilgesi yalnızlığı seven biridir. Kavrayışı derin olması nedeniyle, yalnız kalma becerisi yüksektir. O yalnızlığa bir öğretmen gözüyle bakar. Yaşam bilgeliği acıya nasıl bakarsa öyle.
Kitabın ilerleyen kısmında şöyle ilginç bir argüman karşınıza çıkıyor. 'Yaşam bilgeliği, şimdiki zaman ile gelecek arasında kurulacak olan orantının doğruluğuna dayanır.' Bilgeliğin en önemli dayanaklarından bir tanesi budur.

Yaşam bilgeliği şu soruya yanıt vermeyi de gerektirir. Yazgı tanrının kucağında mı duruyor?
Schopenhauer bu soruya olumsuz yanıt vererek, çok boyutlu bir varoluşçuluk durağını inşaa etmeye başlıyor. Çünkü iş bu soruya yanıt vermekle bitmiyor. Schopenhauer insanı, bir tür human-Demirguos konumuna layık görüyor. Bu faal akıl gökyüzünde nasıl insan ve yaşam üzerine bir demirci gibi çalışıyorsa, insan da yazgısını tanrının kucağından çekip, kendi yaşamının tasarımcısı olmaya başlayacaktır.
Peki o halde, bu durumda yaşamın bilgesi, bir amour fati (yazgı sevici) midir? Hayır. Kesinlikle değil. O kendi yaşamının iplerini eline almaya çalışan, bunun da meşakkatli bir iş olduğundan haberdar olan biridir.
Ortalama bir okur için, Schopenhauer okumak, yoğun soyutlamalarla düşüncelerini dile getiren Nietzsche'yi okumaktan daha keyifli olacaktır.
Affınıza sığınarak diyeceğim ki, tarihteki ilk kişisel gelişim kitapları arasında yer alacak olanlardan biri de bu kitaptır.
Elbette kitabın konusunu tüm olarak dile getirmek fazla iddialı bir iş olduğundan, kitap üstüne bu kadarıyla söz etmekle yetinelim.
Şimdi siz, bir human-Demirguos olarak yazgınızı tanrının kucağından çekip alın ve kitabı okumaya başlayın. Göreceksiniz ki, mutluluk bir tür yaşam bilgeliğinin kökünde yeşerip büyüyecektir.



19 Mayıs 2024 Pazar

BİR VAROLUŞ BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET

Türlü varoluş biçimleri var. Peki, şiddet bir tür varoluş biçimi olabilir mi?
Eğer Geist Hegel'in söz konusu ettiği biçimde kendini tarihte açığa çıkarıyorsa durunm vahim. Çünkü insanlık tarihi bir biçimiyle şiddetin tarihidir. İnsanın özgürlük veya başka bir şey için türünü soykırıma uğratmasıdır. En azından bu, insanın insana rağmen varolma çabasıdır.
Kıyamet diye çevrilmiş olan Apocalypse Now adlı film, benim için Full Metal Jacket(1987)' den daha ayrı bir yerde duruyor. Biraz daha üst rafta. Çünkü söz konusu Kubrick filmi mizah dozu içeren bir film. Kıyamet ise daha derine inmek adına mizah yerine şiirden, sanattan, psikolojiden, bir ölçüde felsefeden yararlanıyor.
Sonda söylemek gerekeni şimdi söylemek istiyorum. Kıyamet filmi, insanın ne yaparsa yapsın o ilkel yanının ürünü olan şiddetten kurtulamayacağını gösteriyor.
Bu haklı bir eylem midir?
Film bunu da sorguluyor. Cappola'nın derine inen analizleri var filmde.
İyi ve kötü olmanın bir zorunluluk olduğunu,ama ne yaparsak yapalım kötü olmak dışında insanın başka bir seçeneği olmadığını filmin sonunda ordu kaçağı, kaçak albay Kurtz'u, her ne kadar saf değiştirmiş olsa da görev adamının Kurtz'u öldürmesinde görüyoruz.
Dünyaya doğamız gereği cinsellik ve saldırganlık dürtüleriyle gelmek bir tür amour fati( yazgı sevicilik) durumuna sokuyor bizi. Çünkü insan şiir, genelinde sanata rağmen şiddet uygulamayı bırakmıyor. Şiddet burada vicdanı rahatsız eden, ama öte yandan varolmanın bir koşulu olarak açığa çıkan bir paradoks, davranış bozukluğu, bir amour fati oluyor 
Evrimin yazılım mühendisliği, şiddet bağlamında bizi bir Sisyphos'a dönüştürüveriyor. Şiddet eylemi, yaşamımızın bize soluk aldıkça dayattığı bir özel anlamlar dizisiyle meşruluk kazandırılabilir olan bir şeye dönüşüyor.
Filme dönersek, filmdeki öldürme görevi söz konusu ettiğim gibi bir vatani görevi oluyor. Orada bizim meşru savaşımıza gölge düşüren bir eski ordu mensubu var. Onun bertaraf edilmesi gerekiyor.
Albay Kurtz savaşın bir varoluş amacı olmadığını, bunun ilkel bir dürtü ile toplumsal eşitsizliğin kaynağı olarak ortaya çıkmış olabileceği fikrine erişmiştir. Bu kısmi bir aydınlanma durumu, çünkü albay Kurtz kelle kesmeye devam ediyor. Bu da savaşın anlamsızlığı kavrayışını beraberinde getiriyor. Geriye kalan tek şey, savaş olgusuna karşı çıkmaktır. 
Ama bu kısmi aydınlanma şiddetin insan hayatından çekilebilir bir şey olduğu anlamına gelmiyor. İnsanlık tarihi, şiddet öznesi olarak insana yer açmaya devam edecektir. Şiddet burada artık bir tür varoluş biçimine dönüşmüştür.
Filmin bütçesi, oyunculuk, estetik düzeylerinin yanı sıra şiddet sorunsalı ve onu ele alış biçimi, taşıdığı argümanlar bakımından bu film, bir  sinema klasiği olarak anılmayı hak ediyor.

15 Mayıs 2024 Çarşamba

BİR BAŞKALDIRI BİÇİMİ OLARAK AŞK

Konumuz insan doğasına en uygun eylemlerin temelinde olan aşk.
Kimi psikologlar libidonun açığa çıkması olarak aşkı tarif eder. Kimi biyolojik yaklaşımcılar, türün devamı için onu bir giriş serenadı olarak görürler.
Ben aşkın bir etik ilişki örneği olarak ele alınabileceğini ileri süreceğim. Bunun yanı sıra bir varoluş mücadelesidir, diyeceğim.

Aşkım Etiğim
Aşk ilişkisi bir etik eylem olanağı taşır mı? Diğer bir söylemeyle bir aşk öznesi olarak değer koruyan olmak zorunda mıyız?
Aşk, bir eylemler dizisinden oluşur. Yani ben ile sevilen özne arasındaki yaşantıların tümü aşkı oluşturur. Peki o zaman neden bu eylemlerin temelinde etik kaygı olmasın?
Aşk bir insan ilişkisi türü ise, doğal olarak beraberinde etik bir boyut açacaktır. Sözüne güvenilir, empatik, insana saygılı, düşünceyi değerlendirme konusu yapan olmak birer ilişki temeli oluşturur. O zaman aşk ilişkisi zorunlu olarak insansal olanakları temeline aldığı ölçüde ayakta kalabilecektir. Aşk insanı, ister istemez bir etik eylem uygulayıcısı olacaktır.
İlişkileri hazcılıktan, id katmanından superegoya çıkarmak bu sayede mümkün olabilmektedir.
Aşkın id aşamasını aşamamış olanı, günübirlik aşk kategorisine girer ki böyle bir seçim yapmak da mümkün olabilmektedir.
Ama aşkı aşk yapan asıl şey, bu etik temeldir.
O zaman aşkı uzun soluklu bir yürüyüş olarak ele almaya başlayabiliriz.

Aşk Bir Varoluş Mücadelesidir

Bizi sürüden ne ayırır? Aşk bizi biz yapan, toplum denen kuyuda boğulmamızı engelleyen bir varoluş mücadelesi midir?
Açıkça evet. Düşüncesiyle, toplumsal birörneliğe karşı çıkmak nasıl mümkün olursa, aşk da bir tür başkaldırı girişimdir.
O güne kadar kendi adına ilk söz alma girişimidir. 
Topluma şöyle bir mesaj verir aşk öznesi. Beni ben yapan, şu an aşık olmaklığımdır.
Dolayısıyla ilk kez toplumun gölgesi dışına çıkma eylemidir aşk. 
Peki, seni yıllar boyunca kendi kültürel değerlerimle yoğurup durdum. Şimdi sen onların tümünü boşa mı çıkarıyorsun? 
Toplum böyle çemkirir aşk öznesine. Çünkü ancak özneler üzerinden var olabilmektedir. Özne elbette sıfırdan bir değerler dizisiyle aşık olduğu öznenin yanına gelmez. Ama iki aşk öznesinin öznel alanı, artık çürümüş toplumsal değer ve kültür öğelerinin eleştirel aklın konusu olduğu bir alana dönüşür.
İşte ikinci varoluşsal mücadele burada baş verir.
İki aşk egosu bir araya gelince, hangisi ötekini içe alacaktır? Sürtünme kuvveti ile krizler başlar. Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı kitabında işlendiği üzere, aşk bir tür Efendi -Köle ilişkisi midir? Öyle aşklar da vardır. Söylemiştim. Böyle aşkların etik bir zemini yoktur.
Gel gelelim, söz konusu bu Efendi -Köle ilişkisi eğer seçim olmayacaksa çıkış yolu ne olacaktır?
Bu egosal mücadelede her iki taraf, öteki öznenin özgür iradesini saygı konusu yapabildiği alana kadar egosunu geri çekmek zorunda kalacaktır.
Çünkü sadece kendi egosunu emzirip büyüten her bir eylem, aşk ilişkisinin habitatını yok edecektir.
Aşk, bir değer sorunudur.
Aşk, varolmaktalığımın varlığını var olarak kesinleyen bir başkaldırı girişimdir.
İşte aşkın metafizik alanın dışına çıkmasını sağlayan en önemli eylem bilinci budur.

3 Mayıs 2024 Cuma

İÇİMİZDEKİ KOMEDYEN

Schopenhauer Aforizmalar* adlı kitabında şunu söylüyor.
'Herkesin içinde eza ve cefa içinde yoksul bir komedyen yatar.'
Dosteyevski'nin Yeraltı'sındaki isimsiz kahraman tıpatıp bu aforizmaya uyuyor.
Dosteyevski bizi işte o eza ve cefa içindeki isimsiz komedyenin yaşamına davet ediyor kitabında.
Sanki bir komedyen gerçekten. Şakası, ciddiyetinden öyle hızlı rol çalar ki okur şaşırır. Ya da tam tersi olur bazen. 
İçsel konuşmaların ağırlıklı olduğu bu kitapta, sanki o adsız komedyenin gözünden, zihninden yaşama bakarız. Rus toplumsal yapısının ne olduğunu görürüz. Sonra da, yoğun bir şekilde adsız komedyenin dünyaya nasıl baktığına tanıklık ederiz.
Bu iş okur açısından yorucu değil elbette. Yorucu olan şey, okurun günün koşullarına ve zamanına uyan ahlaksal bir bakışı elden bırakmadan kitaba dalmak istemesdir kanımca.
Alışkanlıklar kolayca bizi terk etmiyor. Oysa kitabın girişinde bir uyarı tabelası vardı. Hızlıca yanından geçip gittigimizi fark etmeyiz.
O tabelada şu yazıyordu.
'Ben hasta bir adamım.'
Bu mantıkla hareket eden, rasyonel okur için bir uyarıydı. Dikkat edin! Benim mantığı terk etmemin hikayesini size biradan anlatacağım, der gibidir adsız komedyenimiz.
Eğer Schopenhauer'ın dediği gibiyse, yani içinde yaşadığımız dünyanın tasarımı kişiden kişiye değişiyorsa, kitapta artık adsız bir komedyenin eza ve cefa çektiği dünyasının içinde yer alacağız demektir. Bu da felsefenin ruhuna uygun bir öznellik katar işin içine.
Kitabın geçtiği tarihsel zamand, herkes farklı bir dünyanın tasarımını içinde taşımaktadır. Yeraltı adlı kitapta bir elin parmak sayısını zar zor geçen karekterlerinin her biri, dünyayı farklı bir pencereden görür. Burada sosyo ekonomik durum, meslek, iç dünya kavrayışı birer değişken olarak karşımıza çıkıyor elbette. Ama 
Schopenhauer Aforizmalar adlı kitabında şunu da söylüyor. Eğer her birimiz aynı zamanda ayrı dünyalarda yaşıyorsak, dış dünyayı ve gerçeklerini ele alış biçimimiz de değişecektir. İşte Dosteyevski'nin söz konusu bu kitabında adsız komedyenin dünyayı nasıl bambaşka bir biçimde anlamlandırdığına tanıklık ederiz.
Ezik, kaybeden bir ruh. Ama buna rağmen kuyruğunu dik tutmaya çalışan, bunu yaparken de bir pandomim oynanan bir insan.
Elbette bu soytarılık ona yetmeyecek, dünün mağduru bugünün zalimini oynamak isteyecek ve hizmetlisine ona ezik davranıldığı biçimde o da ezen bir efendiyi oynamak isteyecektir.
Aforizmalar adlı kitabında Schopenhauer bakın başka ne söylüyor. 
'Dışsal olaylar ancak içsel olayların izin verdiği ölçüde o kişiyi etkiler.'
Yani çevresel gerçeklik ve faktörler her ne kadar önceden belirlenmiş olsa da, birey ona izin verdiği ölçüde bir anlam oluşturur.
Bizim meşhur eza ve cefa içindeki isimsiz komedyen işte o baktığı dar açıyla ruhumuzu ezer geçer kitap boyunca.
Bence kitabın kişisel başarısı da buradadır. Okuru başta içine almasa da, daha sonra bir iç dost sesi gibi bizi kendine çeker ve kendini dinletir.
Kitabın içsel konuşmaları, bizi hiç bir zaman kahraman ilan etmeyecek olan bu yaşama bir isyan rehberine dönüşür. Kitabın ortalarına doğru adsız komedyenin iç sesiyle bizim iç sesimiz birbirine karışır. Ben, der, kitaptaki ses, kahraman değil kötü olmak istiyorum. Hangi ses kimindir? Bu sorunun yanıtını kitabın sonuna doğru hiç anlaşılmaz olur.
Dosteyevski'nin anlatı dünyası bu yüzden büyüktür. Tıpkı bir Sokratik diyalog içinde gardınızı alacağınız bir ilk argümanla başlar. Sonra da sizden duymak istediği argümanlara doğru ruhunuz bile sezmeden sizi sürükler.
Kitap amacına sonunda artık ulaşmıştır. Orada aslolan eza ve cefa içindeki adsız komedyenin yeraltısı değil, sizin yeraltıızdır.

*A. Schopenhauer, Aforizmalar, çev. Mustafa Tüzel, iş Bankası kültür yayınları/2011

28 Nisan 2024 Pazar

VAROLUŞÇU FEMİNİST YAZIN

 

Öteki kitapların arasında boynu bükük duruyordu. Ne zaman aldığımı anımsamıyorum. Okunmaması benim için bir büyük vicdan meselesi. Çünkü kitabın çevirmeni hocam Bilge Karasu’ydu. Elime geçer geçmez, daha ilk satırda metin soluk almaya, yaşamaya başladı. O güne kadar karanlık içindeydi metin.

Elime aldığım kitabın adı Sessiz Bir Ölüm*. Yazarı da Simone de Beauvoir. Yazar kitapta annesini anlatıyor. Annesinin yaşamını varoluşçuluk açısından mercek altına alıyor. Kitapta altını çizdiğim yer ve en sevdiğim yer şurası oldu:

“Çocukluğunda, bedeni, gönlü, kafası ilkelerle yasaklardan örülü bir koşumun içine sıkıştırılmıştı. Kolonlarını, kendi eliyle çekip iyice sıkması belletilmişti ona. Kanlı canlı, ateşli bir kadının varlığı sürüp gidiyordu içinde: Ama eciş bücüş, sakatlanmış, kendine yabancı kesilmiş bir varlıktı bu.”(s.50)

Varoluşsal açıdan annesinin yaşamı titizlikle kaleme alınmış demiştim. Yukarıdaki paragraf bu görüşümü destekliyor.

Alıntıladığım bu paragrafı okuyunca elden kaçmış yaşamlar usuma geldi. Bir çocuğun yaşamı nasıl kötürümleştirilir o da.

Annenin içindeki yaşanmamışlıkla, o yaşamalara engel olan yanın çatışması gözlerimizin önüne seriliyor. Varoluş açısından kendini gerçekleştirememiş ve sessizce ölümle sonlanmış bir yaşamdı söz konusu olan. Onun için kitabın adının Sessiz Bir Ölüm olması gayet anlamlıydı.

Bu açıdan bakıldığında eğitimin önemli bir işlevi açığa çıkmış oluyor. Yasaklarla kötürümleştirilmiş iç dünyanın özgür iradesinin iadesi için çabalamak. Öğretmen ve ders içerikleri o özgür iradenin yaralarını sarmaya, ona yeniden kanatlanma cesareti vermeyi erek edinmelidir.

Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında önemli bir ayrıntı dikkatimi çekmişti. Kadın yazarın özgür iradesinin gerçekleşmesi, kendine yazı yazacak bir alan(oda) açmasına bağlıydı. Aynı güçlü feminst argüman burada da farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Kadının özgür iradesi, kafasında sıkı sıkıya yer alan (topluma veya anne babasına ait) ilke ve yasaklardan kurtularak, kendiyle yüzleşerek gerçekleşebilirdi.

Kitabın çevrisiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Kitabın duru, arı Türkçesinden bazı örnekler şunlar.

“Geçenek, peklik, devinimle sağaltma, erem, sağaltma uzmanı, almaç, elektrik üretme aygıtı, kan çözümlemeleri, anılama, aşağısama, erkinlik, berkitme, erk, anıklık, belletmek.”

Bilge Karasu çevirisi size Türkçenin o eşsiz dil lezzetini sunuyor.

 

 

*Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, çev. Bilge Karasu, İmge yay, Mart/2019,126 s.



9 Nisan 2024 Salı

LOSER (Ezik, Kaybeden)


Ben hasta bir adamım… Ben kötü bir adamım. Tipsiz bir adamım ben.
Diye başlıyor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı kitabı.

Sonra okuru en az altmış sayfa boyunca içine almayan bir roman ortaya çıkıyor. Kime sorsam aynı şeyi söylüyor. Diyorlar ki, Dosteyevski’nin en kötü romanı bu. Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü Dosteyevski’nin bunu bilerek yaptığını düşünüyorum. Okuru içine almayan, direkt okurun kişiliğine oynayan bir roman yazmış Dosteyevski.

Neden mi? Dikkat edin lütfen    ilk cümlelere! İlk seslenişe. Ben hasta bir adamım!  Bu söyleyişi şu anlama geliyor. Bundan sonra benim yaşayacağım ve söyleyeceklerimde mantı aramayın! Çünkü benim kusurum belli. Evet, aynen öyle söylüyor kitaptaki adsız karakterimiz.

Kötü bir adamım sonraki mottosu onun. O zaman hemen şurada soteye yatmak gerekir okur olarak. Acaba kötülük ile iyiliğin çarpışacağı bir yer mi olacak bu kitap? Aynen öyle oluyor. Öyle ki, bizim yaşımızın getirdiği iyi tanımı, karakterin kötülük tanımının yanında savunmasız ve masum kalıyor.

Bu yüzden şunu açıkça ifade edebilirim ki, Yeraltı kitabı okuru öyle açıkça içine alan bir kitap değil.  Öncelikle okurun sabrını  işe koşması gerekiyor. Yoksa karakterimizin yeraltına inmesi kolay iş değil. Yenilir yutulur lokma değil bu karakter ve yaşadıkları.

Öyle ya, kitabın girişindeki üçüncü ipucuyla  devam edebiliriz kitap içinde gezinmeye. Ben tipsiz bir adamım. Sanki bundan sonra gelecek argüman için bu tipsiz olma durumu bir dayanak sunmaktadır. Argüman aynen şu. Kötü mü olmak, kahraman mı olmak gerekir?

Şakkadak karakterimizin buna da cevabı hazır. Kötü olmak, iyi olmaktan daha iyidir!  Şimdi sağınızda solunuzda kime sorsanız kahraman olmanın gerekli olduğunu dile getirecektir. Bu da Marvel dünyasının kahraman algısının bizdeki etkileri olsa gerek. Oysa yazarın roman karakteri, Ben kötülüğü seçiyorum, diyerek bizi ters köşeye yatıracaktır.  

Offff, böyle kitap olmaz ki? Diye sızlanmaya başlıyor, ardından kitabı okumamak için bahane uydurmaya başlıyorsunuz. Hele sonunun hiç anlamadım, diyen birçok kişiyle de karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Dostoyevski size bu kitapla elbette bir bayram şekeri uzatmayacaktır. Aksine okudukça kitabın sizi yeraltınıza itiverebileceği bir sınırda tutacağını sonra fark edeceksiniz. 

Kendiyle kim yüzleşmek ister ki? Zor tabi. Biz kendi kişisel efsanemizle öyle mutluyuz ki? Ne hacet şimdi kendi iç derinliklerime, iç engellerime inmeye? Dediğinizi duyar gibiyim. Ama maalesef Dostoyevski’nin yazarlık dünyasında böyle bir seçeneğiniz yok.

Dosteyevski'nin karekterleri ezik, anti-kahraman ve hastalıklı tiplerdir. Bu açıdan bakıldığında yazarın yazı dünyası büyük bir psikolojik laboratuvar gibidir. Okudukça bunu fark eder ve kendinize orada bir yer seçersiniz. Aslında Dosteyevski insanı, içini anlatır. Bunca sağlam ve değerli gözlem sayesinde büyük yazarlar kanonuna dahil edilir.

Gel gelelim kitap okudukça, sizi yer altınıza doğru yola çıkararak kendinizle yüzleştirir (Varoluşsal biçimde). Sonra da iç engellerinizi kabul ederek sokağa dönmenizi sağlar (Psikoterapi). Benim yeraltım ve iç engellerim, yani kaynayan bilinçaltı kazanım bakın nasıl bir savruluş yarattı bende.

Geçenlerde günümüz gençleriyle bir cenke tutuştum. Düşünce cenkine. Dedim ki onlara, sınıfsız bir toplum düşleyebilir miyiz? En azından sınıflar arası uçurumun çokça az olduğu bir toplum. Yanıt hızlı geldi onlardan.

Adı üstünde ancak düşlersiniz, dediler. Buna gerek yok üstelik. Nasıl olsa biz yükselmeyi iş edineceğiz. O üst tabakaya çıkınca, dönüp geriye (yani size) bakacağız.

Biz eziklere, (Dikkat edin Dosteyevski konuşuyor!) oradan bakmak onları mutlu edecekti. Ama unuttukları bir şey vardı. Kitaptaki karakter gibi dünün eziğiydi onlar. Şimdi kalkmış beni ezik ilan etmelerine sıra geliyor. Ve ancak üst tabakaya boyunlarındaki zincirle çıkabileceklerini unutmuşlardı ne yazık ki…

İşte Yeraltı romanının bende düşündürdükleri.

Kim bilir sizin iç dünyanızda, ne büyük gedikler açacaktır kitap.


 

2 Nisan 2024 Salı

LİSELİLER FELSEFE KONUŞUYOR


Afiş Tasarımı: İbrahim KADAK




Bu etkinliğe ev sahipliği yapmak heyecan verici. Çok önceden düşündüğümüz bir etkinlikti. Ama depremin yaralarını sarmaya çalışırken ona zaman kalmadı.
Şimdi tam zamanı, deyip yola koyulduk. 

Etkinliğin başlığından da anlaşılacağı gibi, amacımız odağımıza aldığımız kitaba felsefece bakmak. Edebiyatta felsefi problemler aramak, kitabın edebiyat zevkini hiç engellemeyecek aksine daha da çoğaltacaktır. Çünkü eğer yazarın çıkış noktası gerçeklik dünyası ve onun dayattığı felsefi problemler ise, Yer Altından Notlar'a felsefece bakmak yerinde bir tercih olacaktır.

Amaçlarımız arasında lise çağındaki gençlerin felsefeye ilgisini artırmak. Sadece bu değil elbette. Onların bir konuya felsefece bakma becerilerini geliştirmek. Ayrıca yeni ve farklı fikirlerini ortaya koyabilecekleri bir ortam sunmak, kendini ifade etme becerisinin de gelişimi anlamına gelecektir.

Etkinliğe Çukurova'da bulunan altı okul katılıyor. Gelecek yıllarda ana amacımız bu etkinliklerin daha çok okula ulaşmasını sağlamak olacak.

Günümüzde gençlere tablet, telefon, bilgisayar oyunları dışında bu etkinlikle bir seçenek sunmak istedik.

Söz konusu heyecanı benimle paylaşan altı okul öğrencilerini ve danışman öğretmenlerini şimdiden kutlarım.

İnsan haklarının gelişmiş olduğu, adaletli, sınıflararası uçurumun olmadığı insana yaraşır toplumsal yapılar kurmak,  yaşamımızda felsefeye daha çok yer açmakla olanaklı olacaktır. Bu açıdan bakınca etkinliğin nasıl da önemli bir işlev üstlendiği açıkça görülecektir.

  

        

27 Mart 2024 Çarşamba

CALVİNO'NUN MEKTUBU


İtalo Calvino

Güne İtalo Calvino’nun seslendirilmiş mektuplarını dinleyerek (YKY Podcast,Spotify) başladım. İşyerime beni götürecek araca doğru yürürken çok farklı bir deneyim sundu bana bu durum. Genelde müzik dinleyerek o kısa yolu geçiyordum. Bu kez beğenerek okuduğum Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun yazarının yazarlık dünyasına bir mektupla girmiştim. İlkyaz çiçek açmış ağaçlarda kendini duyururken, Calvino sanki arkadaşı Leonetti’ye değil bana sesleniyor ve soruyordu.

“Sevgili Leonetti artık edebiyata inanmıyor musun?"*

Kitap dosyalarım üstüne çalıştığım şu günlerde bu sorunun yanıtını vermem gerekiyordu.

Bilirsiniz, filozoflar düşünce üretmekle kalmazlar. Bu düşüncelerin somutlaştığı bir toplum kurgusu çatarlar. Buna ütopya diyoruz. Benim için bu ütopyalar toplumsal değişim isteğinin somutlaşmış nesnesidir. Öyle ya Sokrates gibi bir çınarı dönemin sözde Atina demokrasisine vermiştir Platon. Oturup Devlet adlı ütopyayı yazacaktır. Kurduğu bu siyasal yapıda elit sınıf üyesi aynı zamanda filozof olanları başa geçirecektir. Sonra oturup Atina demokrasisinin defolu yanını anlatmaya koyulacaktır.

Filozoflar ütopyalarını yazarken gördüğüm kadarıyla edebiyatın olanaklarından da yararlanmışlar. Bir kurgu yapmışlar örneğin. Özel mülkiyetin olmadığı bir Güneş Ülkesi düşlemişlerdir. Bu yüzden ütopyaların da edebiyata dâhil olduğunu düşünme eğilimim var.

Edebiyat kurgu işidir. Her ne kadar çıkış noktası gerçeklik, ‘küçük insan’ da olsa, sonunda yazarın zihninde bir kurgudur olup biten her şey. Karakterleri, kostümleri, belli tür insan eylemleri veya eylemsizlikleri vardır. Işık vardır. Zamanı temsil eder. Tarihi de. Belli bir yerde geçer. Uzamı vardır. Ama tüm bunlar için şunu söyleyebilirim. Edebiyat kurgusu da, tıpkı filozofların ütopyaları gibi yok, olmayan ülke veya adadır.

Yazarın acısı, biliş süzgeci geçmekte olan zamanı içine alır. Onu deneyimleriyle artık kendine mal etmiştir. Bir bakış açısı oluşturur ve bize sunar. Orada belki de meyve vermeyen ağacı kesen bir çıkarcılık görürüz. Bu da kalkıp Kafka’nın Dönüşüm adlı kurgusunda karşımıza çıkar. Ya da her şeye hâkim olduğunu (bir çeşit tanrılaşma isteğidir) sanan krala Küçük  Prens şöyle kritik sorular sorar.  

“Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?”

"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"

Yazarlar dünyayı kendi gerçekliğinden soyar ve onu kendilerine özgü bir kurgunun içine yerleştirirler. Orada insanlık için ne güzel şeyler vardır. Etik değerler, umutlar, insanlık adına sevinç kaynağı olabilecek eylemler, eylemsizlikler.

O zaman neden edebiyata inanmayı bırakayım ki? Daha yaşanası bir dünya için edebiyata umut bağlamayı neden bırakayım ki?

Sanırım Calvino’nun bu mektubun sonunda söylediği gerekçe benim de savunacağım bir gerekçe olabilir.

“Edebiyata daha çok inan. İçinde yaşayacağımız korkunç yıllarda bize kalan bir tek bu olacak.

Sevgi dolu.”*



 

 

 

 

*İtalo Calvino, Seçme Mektuplar (1945-1985), Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY/2017

 


 

25 Mart 2024 Pazartesi

KARAKTER GÜNLERİ

    
                                           Çeaş Anadolu Lisesi Öğrencileri

 Lisemizde kitap okumayı teşvik etmek amacıyla gerçekleştirilen güzel bir etkinlik var. Etkinliğin mimarı Cemal Nurkutuğureli. Etkinliğin adı KARAKTER GÜNLERİ. Ders sırasında kapınız çalınır o gün. Raskolnikov, Esmeralda, Jean Valjean, Anna Karenina, Veronika, Feride izin isteyerek sınıfınıza girer. Sonra karakterler kendilerini tanıtırlar. Ya da ders bitiminde koridorda, okulun Z kütüphanesinde karşılaşırsınız onlarla. O an, kurgu dünyası gerçeğin yerini alır. Dönüşte o gün eve ekmek,  tuz götürmeyi unutursunuz.

Kurgu dünyası çok ilginçtir. O dünyada kötü biri oluruz. Ya da Jean Valjean gibi önce hırsız sonra da bir sürü dar gelirliyi doyuran bir cam fabrikası açan iyi bir Valjean baba. Yazarlık işimin merkezinde kurgu dünyası var. Bu dünya beni de kendi içine çekiyor. Kafamda kavak yelleri devinip duruyorum o gün. 

1995'te kurgu dünyasına ilk giriş biletim, Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküm oldu.

Derginin yayın editörleri şair Adnan Özer ile yazar Özcan Karabulut'tu. Giriş bileti,diyorum çünkü ondan öncesinde bilete dönüşememiş ham, iç dökme şeklinde metinler kaleme alıyordum. Sonra ilk kez bir yazar, edebi dünyama giriş yaptı. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde hocam olan Bilge Karasu. Hiç unutmadığım bir tablo var. Küçük bir odada Metin Okuma Yazma seçmeli dersini alan on, on iki kişiydik. Elimizde Bilge Karasu'nun Kılavuz adlı kitap dosyası vardı. O metnin içine dalıverdik. Henüz o zaman adını bile bilmediğim alımlama estetiği yardımıyla metin okuması yapıyorduk. Belki de simbilimden de yararlanıyorduk. Metni tüketmek terimini ilk kez o derste duydum. Ya da metnin güttüğü okur terimini. 

Sırasıyla yenilerine de yer açıldı o derste. Üst kurmaca terimi örneğin. Anlayacağınız o dersler benim yazarlık evrenimin boyutunu genişletti. Bir de o derste ev ödevlerimiz vardı. Bir gün kibrit kutusunu beş tümceyle anlatmamızı istedi hocamız. Nasıl zordu bilemezsiniz. 

Elbette yeni tanıdığım yazarın tüm kitaplarını edindim. Onlara kitaplığımda yer açtım. Şimdi onları kimi zaman yeniden elime alıp okurum. O zaman kitap yaşamaya başlar, metin kendini açar. Şaşırtıcı bir şey daha olur. Her okumada yeni bir şey deneyimler, yeni anlam örüntüleri yakalarım.

                                                                Bilge Karasu
   
Not: Hocam Bilge Karasu metinlerinde ve bağlacını hiç kullanmadı. Ben de onun anısına saygı için bu yazımda ve bağlacını kullanmadım. 

 

Şehmus Aka, Cemal Nurkutuğureli