OKURKEN YAŞARKEN
3 Şubat 2025 Pazartesi
BİR ALBATROS CORDOBA SULARINDA KANAT ÇIRPIYOR
27 Kasım 2024 Çarşamba
DERGİLERDEN
20 Mayıs 2024 Pazartesi
YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE
19 Mayıs 2024 Pazar
BİR VAROLUŞ BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET
15 Mayıs 2024 Çarşamba
BİR BAŞKALDIRI BİÇİMİ OLARAK AŞK
3 Mayıs 2024 Cuma
İÇİMİZDEKİ KOMEDYEN
28 Nisan 2024 Pazar
VAROLUŞÇU FEMİNİST YAZIN
Öteki kitapların arasında boynu bükük duruyordu. Ne zaman
aldığımı anımsamıyorum. Okunmaması benim için bir büyük vicdan meselesi. Çünkü
kitabın çevirmeni hocam Bilge Karasu’ydu. Elime geçer geçmez, daha ilk satırda
metin soluk almaya, yaşamaya başladı. O güne kadar karanlık içindeydi metin.
Elime aldığım kitabın adı Sessiz Bir Ölüm*. Yazarı da Simone de Beauvoir. Yazar kitapta
annesini anlatıyor. Annesinin yaşamını varoluşçuluk açısından mercek altına
alıyor. Kitapta altını çizdiğim yer ve en sevdiğim yer şurası oldu:
“Çocukluğunda, bedeni, gönlü, kafası ilkelerle yasaklardan
örülü bir koşumun içine sıkıştırılmıştı. Kolonlarını, kendi eliyle çekip iyice
sıkması belletilmişti ona. Kanlı canlı, ateşli bir kadının varlığı sürüp
gidiyordu içinde: Ama eciş bücüş, sakatlanmış, kendine yabancı kesilmiş bir
varlıktı bu.”(s.50)
Varoluşsal açıdan annesinin yaşamı titizlikle kaleme alınmış
demiştim. Yukarıdaki paragraf bu görüşümü destekliyor.
Alıntıladığım bu paragrafı okuyunca elden kaçmış yaşamlar
usuma geldi. Bir çocuğun yaşamı nasıl kötürümleştirilir o da.
Annenin içindeki yaşanmamışlıkla, o yaşamalara engel olan
yanın çatışması gözlerimizin önüne seriliyor. Varoluş açısından kendini
gerçekleştirememiş ve sessizce ölümle sonlanmış bir yaşamdı söz konusu olan. Onun
için kitabın adının Sessiz Bir Ölüm olması
gayet anlamlıydı.
Bu açıdan bakıldığında eğitimin önemli bir işlevi açığa
çıkmış oluyor. Yasaklarla kötürümleştirilmiş iç dünyanın özgür iradesinin
iadesi için çabalamak. Öğretmen ve ders içerikleri o özgür iradenin yaralarını
sarmaya, ona yeniden kanatlanma cesareti vermeyi erek edinmelidir.
Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda adlı kitabında önemli
bir ayrıntı dikkatimi çekmişti. Kadın yazarın özgür iradesinin gerçekleşmesi,
kendine yazı yazacak bir alan(oda) açmasına bağlıydı. Aynı güçlü feminst
argüman burada da farklı biçimde karşımıza çıkıyor. Kadının özgür iradesi,
kafasında sıkı sıkıya yer alan (topluma veya anne babasına ait) ilke ve
yasaklardan kurtularak, kendiyle yüzleşerek gerçekleşebilirdi.
Kitabın çevrisiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum.
Kitabın duru, arı Türkçesinden bazı örnekler şunlar.
“Geçenek, peklik, devinimle sağaltma, erem, sağaltma uzmanı,
almaç, elektrik üretme aygıtı, kan çözümlemeleri, anılama, aşağısama, erkinlik,
berkitme, erk, anıklık, belletmek.”
Bilge Karasu çevirisi size Türkçenin o eşsiz dil lezzetini
sunuyor.
*Simone de Beauvoir, Sessiz Bir Ölüm, çev. Bilge Karasu,
İmge yay, Mart/2019,126 s.
9 Nisan 2024 Salı
LOSER (Ezik, Kaybeden)
Ben hasta bir adamım… Ben kötü bir adamım. Tipsiz bir adamım ben. Diye başlıyor Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar adlı kitabı.
Sonra okuru en az altmış sayfa boyunca içine almayan bir roman ortaya çıkıyor. Kime sorsam aynı şeyi söylüyor. Diyorlar ki, Dosteyevski’nin en kötü romanı bu. Ben öyle düşünmüyorum. Çünkü Dosteyevski’nin bunu bilerek yaptığını düşünüyorum. Okuru içine almayan, direkt okurun kişiliğine oynayan bir roman yazmış Dosteyevski.
Neden mi? Dikkat edin lütfen ilk cümlelere! İlk seslenişe. Ben hasta bir adamım! Bu söyleyişi şu anlama geliyor. Bundan sonra benim yaşayacağım ve söyleyeceklerimde mantı aramayın! Çünkü benim kusurum belli. Evet, aynen öyle söylüyor kitaptaki adsız karakterimiz.
Kötü bir adamım sonraki mottosu onun. O zaman hemen şurada soteye yatmak gerekir okur olarak. Acaba kötülük ile iyiliğin çarpışacağı bir yer mi olacak bu kitap? Aynen öyle oluyor. Öyle ki, bizim yaşımızın getirdiği iyi tanımı, karakterin kötülük tanımının yanında savunmasız ve masum kalıyor.
Bu yüzden şunu açıkça ifade edebilirim ki, Yeraltı kitabı okuru öyle açıkça içine alan bir kitap değil. Öncelikle okurun sabrını işe koşması gerekiyor. Yoksa karakterimizin yeraltına inmesi kolay iş değil. Yenilir yutulur lokma değil bu karakter ve yaşadıkları.
Öyle ya, kitabın girişindeki üçüncü ipucuyla devam edebiliriz kitap içinde gezinmeye. Ben tipsiz bir adamım. Sanki bundan sonra gelecek argüman için bu tipsiz olma durumu bir dayanak sunmaktadır. Argüman aynen şu. Kötü mü olmak, kahraman mı olmak gerekir?
Şakkadak karakterimizin buna da cevabı hazır. Kötü olmak, iyi olmaktan daha iyidir! Şimdi sağınızda solunuzda kime sorsanız kahraman olmanın gerekli olduğunu dile getirecektir. Bu da Marvel dünyasının kahraman algısının bizdeki etkileri olsa gerek. Oysa yazarın roman karakteri, Ben kötülüğü seçiyorum, diyerek bizi ters köşeye yatıracaktır.
Offff, böyle kitap olmaz ki? Diye sızlanmaya başlıyor, ardından kitabı okumamak için bahane uydurmaya başlıyorsunuz. Hele sonunun hiç anlamadım, diyen birçok kişiyle de karşılaşırsanız hiç şaşırmayın. Dostoyevski size bu kitapla elbette bir bayram şekeri uzatmayacaktır. Aksine okudukça kitabın sizi yeraltınıza itiverebileceği bir sınırda tutacağını sonra fark edeceksiniz.
Kendiyle kim yüzleşmek ister ki? Zor tabi. Biz kendi kişisel efsanemizle öyle mutluyuz ki? Ne hacet şimdi kendi iç derinliklerime, iç engellerime inmeye? Dediğinizi duyar gibiyim. Ama maalesef Dostoyevski’nin yazarlık dünyasında böyle bir seçeneğiniz yok.
Dosteyevski'nin karekterleri ezik, anti-kahraman ve hastalıklı tiplerdir. Bu açıdan bakıldığında yazarın yazı dünyası büyük bir psikolojik laboratuvar gibidir. Okudukça bunu fark eder ve kendinize orada bir yer seçersiniz. Aslında Dosteyevski insanı, içini anlatır. Bunca sağlam ve değerli gözlem sayesinde büyük yazarlar kanonuna dahil edilir.
Gel gelelim kitap okudukça, sizi yer altınıza doğru yola çıkararak kendinizle yüzleştirir (Varoluşsal biçimde). Sonra da iç engellerinizi kabul ederek sokağa dönmenizi sağlar (Psikoterapi). Benim yeraltım ve iç engellerim, yani kaynayan bilinçaltı kazanım bakın nasıl bir savruluş yarattı bende.
Geçenlerde günümüz gençleriyle bir cenke tutuştum. Düşünce cenkine. Dedim ki onlara, sınıfsız bir toplum düşleyebilir miyiz? En azından sınıflar arası uçurumun çokça az olduğu bir toplum. Yanıt hızlı geldi onlardan.
Adı üstünde ancak düşlersiniz, dediler. Buna gerek yok üstelik. Nasıl olsa biz yükselmeyi iş edineceğiz. O üst tabakaya çıkınca, dönüp geriye (yani size) bakacağız.
Biz eziklere, (Dikkat edin Dosteyevski konuşuyor!) oradan bakmak onları mutlu edecekti. Ama unuttukları bir şey vardı. Kitaptaki karakter gibi dünün eziğiydi onlar. Şimdi kalkmış beni ezik ilan etmelerine sıra geliyor. Ve ancak üst tabakaya boyunlarındaki zincirle çıkabileceklerini unutmuşlardı ne yazık ki…
İşte Yeraltı romanının bende düşündürdükleri.
2 Nisan 2024 Salı
LİSELİLER FELSEFE KONUŞUYOR
Afiş Tasarımı: İbrahim KADAK
27 Mart 2024 Çarşamba
CALVİNO'NUN MEKTUBU
Güne İtalo Calvino’nun seslendirilmiş mektuplarını dinleyerek (YKY Podcast,Spotify) başladım. İşyerime beni götürecek araca doğru yürürken çok farklı bir deneyim sundu bana bu durum. Genelde müzik dinleyerek o kısa yolu geçiyordum. Bu kez beğenerek okuduğum Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun yazarının yazarlık dünyasına bir mektupla girmiştim. İlkyaz çiçek açmış ağaçlarda kendini duyururken, Calvino sanki arkadaşı Leonetti’ye değil bana sesleniyor ve soruyordu.
“Sevgili Leonetti artık edebiyata inanmıyor musun?"*
Kitap dosyalarım üstüne çalıştığım şu günlerde bu sorunun yanıtını vermem gerekiyordu.
Bilirsiniz, filozoflar düşünce üretmekle kalmazlar. Bu düşüncelerin somutlaştığı bir toplum kurgusu çatarlar. Buna ütopya diyoruz. Benim için bu ütopyalar toplumsal değişim isteğinin somutlaşmış nesnesidir. Öyle ya Sokrates gibi bir çınarı dönemin sözde Atina demokrasisine vermiştir Platon. Oturup Devlet adlı ütopyayı yazacaktır. Kurduğu bu siyasal yapıda elit sınıf üyesi aynı zamanda filozof olanları başa geçirecektir. Sonra oturup Atina demokrasisinin defolu yanını anlatmaya koyulacaktır.
Filozoflar ütopyalarını yazarken gördüğüm kadarıyla edebiyatın olanaklarından da yararlanmışlar. Bir kurgu yapmışlar örneğin. Özel mülkiyetin olmadığı bir Güneş Ülkesi düşlemişlerdir. Bu yüzden ütopyaların da edebiyata dâhil olduğunu düşünme eğilimim var.
Edebiyat kurgu işidir. Her ne kadar çıkış noktası gerçeklik, ‘küçük insan’ da olsa, sonunda yazarın zihninde bir kurgudur olup biten her şey. Karakterleri, kostümleri, belli tür insan eylemleri veya eylemsizlikleri vardır. Işık vardır. Zamanı temsil eder. Tarihi de. Belli bir yerde geçer. Uzamı vardır. Ama tüm bunlar için şunu söyleyebilirim. Edebiyat kurgusu da, tıpkı filozofların ütopyaları gibi yok, olmayan ülke veya adadır.
Yazarın acısı, biliş süzgeci geçmekte olan zamanı içine alır. Onu deneyimleriyle artık kendine mal etmiştir. Bir bakış açısı oluşturur ve bize sunar. Orada belki de meyve vermeyen ağacı kesen bir çıkarcılık görürüz. Bu da kalkıp Kafka’nın Dönüşüm adlı kurgusunda karşımıza çıkar. Ya da her şeye hâkim olduğunu (bir çeşit tanrılaşma isteğidir) sanan krala Küçük Prens şöyle kritik sorular sorar.
“Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?”
"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"
Yazarlar dünyayı kendi gerçekliğinden soyar ve onu kendilerine özgü bir kurgunun içine yerleştirirler. Orada insanlık için ne güzel şeyler vardır. Etik değerler, umutlar, insanlık adına sevinç kaynağı olabilecek eylemler, eylemsizlikler.
O zaman neden edebiyata inanmayı bırakayım ki? Daha yaşanası bir dünya için edebiyata umut bağlamayı neden bırakayım ki?
Sanırım Calvino’nun bu mektubun sonunda söylediği gerekçe benim de savunacağım bir gerekçe olabilir.
“Edebiyata daha çok inan. İçinde yaşayacağımız korkunç yıllarda bize kalan bir tek bu olacak.
Sevgi dolu.”*
*İtalo Calvino, Seçme Mektuplar (1945-1985), Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY/2017
25 Mart 2024 Pazartesi
KARAKTER GÜNLERİ
Lisemizde kitap okumayı teşvik etmek amacıyla gerçekleştirilen güzel bir etkinlik var. Etkinliğin mimarı Cemal Nurkutuğureli. Etkinliğin adı KARAKTER GÜNLERİ. Ders sırasında kapınız çalınır o gün. Raskolnikov, Esmeralda, Jean Valjean, Anna Karenina, Veronika, Feride izin isteyerek sınıfınıza girer. Sonra karakterler kendilerini tanıtırlar. Ya da ders bitiminde koridorda, okulun Z kütüphanesinde karşılaşırsınız onlarla. O an, kurgu dünyası gerçeğin yerini alır. Dönüşte o gün eve ekmek, tuz götürmeyi unutursunuz.
Kurgu dünyası çok ilginçtir. O dünyada kötü biri oluruz. Ya da Jean Valjean gibi önce hırsız sonra da bir sürü dar gelirliyi doyuran bir cam fabrikası açan iyi bir Valjean baba. Yazarlık işimin merkezinde kurgu dünyası var. Bu dünya beni de kendi içine çekiyor. Kafamda kavak yelleri devinip duruyorum o gün.
1995'te kurgu dünyasına ilk giriş biletim, Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküm oldu.
Derginin yayın editörleri şair Adnan Özer ile yazar Özcan Karabulut'tu. Giriş bileti,diyorum çünkü ondan öncesinde bilete dönüşememiş ham, iç dökme şeklinde metinler kaleme alıyordum. Sonra ilk kez bir yazar, edebi dünyama giriş yaptı. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde hocam olan Bilge Karasu. Hiç unutmadığım bir tablo var. Küçük bir odada Metin Okuma Yazma seçmeli dersini alan on, on iki kişiydik. Elimizde Bilge Karasu'nun Kılavuz adlı kitap dosyası vardı. O metnin içine dalıverdik. Henüz o zaman adını bile bilmediğim alımlama estetiği yardımıyla metin okuması yapıyorduk. Belki de simbilimden de yararlanıyorduk. Metni tüketmek terimini ilk kez o derste duydum. Ya da metnin güttüğü okur terimini.
Sırasıyla yenilerine de yer açıldı o derste. Üst kurmaca terimi örneğin. Anlayacağınız o dersler benim yazarlık evrenimin boyutunu genişletti. Bir de o derste ev ödevlerimiz vardı. Bir gün kibrit kutusunu beş tümceyle anlatmamızı istedi hocamız. Nasıl zordu bilemezsiniz.
Elbette yeni tanıdığım yazarın tüm kitaplarını edindim. Onlara kitaplığımda yer açtım. Şimdi onları kimi zaman yeniden elime alıp okurum. O zaman kitap yaşamaya başlar, metin kendini açar. Şaşırtıcı bir şey daha olur. Her okumada yeni bir şey deneyimler, yeni anlam örüntüleri yakalarım.
Bilge Karasu