27 Mart 2024 Çarşamba

CALVİNO'NUN MEKTUBU


İtalo Calvino

Güne İtalo Calvino’nun seslendirilmiş mektuplarını dinleyerek (YKY Podcast,Spotify) başladım. İşyerime beni götürecek araca doğru yürürken çok farklı bir deneyim sundu bana bu durum. Genelde müzik dinleyerek o kısa yolu geçiyordum. Bu kez beğenerek okuduğum Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’nun yazarının yazarlık dünyasına bir mektupla girmiştim. İlkyaz çiçek açmış ağaçlarda kendini duyururken, Calvino sanki arkadaşı Leonetti’ye değil bana sesleniyor ve soruyordu.

“Sevgili Leonetti artık edebiyata inanmıyor musun?"*

Kitap dosyalarım üstüne çalıştığım şu günlerde bu sorunun yanıtını vermem gerekiyordu.

Bilirsiniz, filozoflar düşünce üretmekle kalmazlar. Bu düşüncelerin somutlaştığı bir toplum kurgusu çatarlar. Buna ütopya diyoruz. Benim için bu ütopyalar toplumsal değişim isteğinin somutlaşmış nesnesidir. Öyle ya Sokrates gibi bir çınarı dönemin sözde Atina demokrasisine vermiştir Platon. Oturup Devlet adlı ütopyayı yazacaktır. Kurduğu bu siyasal yapıda elit sınıf üyesi aynı zamanda filozof olanları başa geçirecektir. Sonra oturup Atina demokrasisinin defolu yanını anlatmaya koyulacaktır.

Filozoflar ütopyalarını yazarken gördüğüm kadarıyla edebiyatın olanaklarından da yararlanmışlar. Bir kurgu yapmışlar örneğin. Özel mülkiyetin olmadığı bir Güneş Ülkesi düşlemişlerdir. Bu yüzden ütopyaların da edebiyata dâhil olduğunu düşünme eğilimim var.

Edebiyat kurgu işidir. Her ne kadar çıkış noktası gerçeklik, ‘küçük insan’ da olsa, sonunda yazarın zihninde bir kurgudur olup biten her şey. Karakterleri, kostümleri, belli tür insan eylemleri veya eylemsizlikleri vardır. Işık vardır. Zamanı temsil eder. Tarihi de. Belli bir yerde geçer. Uzamı vardır. Ama tüm bunlar için şunu söyleyebilirim. Edebiyat kurgusu da, tıpkı filozofların ütopyaları gibi yok, olmayan ülke veya adadır.

Yazarın acısı, biliş süzgeci geçmekte olan zamanı içine alır. Onu deneyimleriyle artık kendine mal etmiştir. Bir bakış açısı oluşturur ve bize sunar. Orada belki de meyve vermeyen ağacı kesen bir çıkarcılık görürüz. Bu da kalkıp Kafka’nın Dönüşüm adlı kurgusunda karşımıza çıkar. Ya da her şeye hâkim olduğunu (bir çeşit tanrılaşma isteğidir) sanan krala Küçük  Prens şöyle kritik sorular sorar.  

“Yıldızlar da emirlerinize uyuyorlar mı?”

"Bir günbatımı görmeliyim... Lütfen benim için güneşe batmasını emreder misiniz?"

Yazarlar dünyayı kendi gerçekliğinden soyar ve onu kendilerine özgü bir kurgunun içine yerleştirirler. Orada insanlık için ne güzel şeyler vardır. Etik değerler, umutlar, insanlık adına sevinç kaynağı olabilecek eylemler, eylemsizlikler.

O zaman neden edebiyata inanmayı bırakayım ki? Daha yaşanası bir dünya için edebiyata umut bağlamayı neden bırakayım ki?

Sanırım Calvino’nun bu mektubun sonunda söylediği gerekçe benim de savunacağım bir gerekçe olabilir.

“Edebiyata daha çok inan. İçinde yaşayacağımız korkunç yıllarda bize kalan bir tek bu olacak.

Sevgi dolu.”*



 

 

 

 

*İtalo Calvino, Seçme Mektuplar (1945-1985), Çev. Meryem Mine Çilingiroğlu, YKY/2017

 


 

25 Mart 2024 Pazartesi

KARAKTER GÜNLERİ

    
                                           Çeaş Anadolu Lisesi Öğrencileri

 Lisemizde kitap okumayı teşvik etmek amacıyla gerçekleştirilen güzel bir etkinlik var. Etkinliğin mimarı Cemal Nurkutuğureli. Etkinliğin adı KARAKTER GÜNLERİ. Ders sırasında kapınız çalınır o gün. Raskolnikov, Esmeralda, Jean Valjean, Anna Karenina, Veronika, Feride izin isteyerek sınıfınıza girer. Sonra karakterler kendilerini tanıtırlar. Ya da ders bitiminde koridorda, okulun Z kütüphanesinde karşılaşırsınız onlarla. O an, kurgu dünyası gerçeğin yerini alır. Dönüşte o gün eve ekmek,  tuz götürmeyi unutursunuz.

Kurgu dünyası çok ilginçtir. O dünyada kötü biri oluruz. Ya da Jean Valjean gibi önce hırsız sonra da bir sürü dar gelirliyi doyuran bir cam fabrikası açan iyi bir Valjean baba. Yazarlık işimin merkezinde kurgu dünyası var. Bu dünya beni de kendi içine çekiyor. Kafamda kavak yelleri devinip duruyorum o gün. 

1995'te kurgu dünyasına ilk giriş biletim, Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öyküm oldu.

Derginin yayın editörleri şair Adnan Özer ile yazar Özcan Karabulut'tu. Giriş bileti,diyorum çünkü ondan öncesinde bilete dönüşememiş ham, iç dökme şeklinde metinler kaleme alıyordum. Sonra ilk kez bir yazar, edebi dünyama giriş yaptı. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümünde hocam olan Bilge Karasu. Hiç unutmadığım bir tablo var. Küçük bir odada Metin Okuma Yazma seçmeli dersini alan on, on iki kişiydik. Elimizde Bilge Karasu'nun Kılavuz adlı kitap dosyası vardı. O metnin içine dalıverdik. Henüz o zaman adını bile bilmediğim alımlama estetiği yardımıyla metin okuması yapıyorduk. Belki de simbilimden de yararlanıyorduk. Metni tüketmek terimini ilk kez o derste duydum. Ya da metnin güttüğü okur terimini. 

Sırasıyla yenilerine de yer açıldı o derste. Üst kurmaca terimi örneğin. Anlayacağınız o dersler benim yazarlık evrenimin boyutunu genişletti. Bir de o derste ev ödevlerimiz vardı. Bir gün kibrit kutusunu beş tümceyle anlatmamızı istedi hocamız. Nasıl zordu bilemezsiniz. 

Elbette yeni tanıdığım yazarın tüm kitaplarını edindim. Onlara kitaplığımda yer açtım. Şimdi onları kimi zaman yeniden elime alıp okurum. O zaman kitap yaşamaya başlar, metin kendini açar. Şaşırtıcı bir şey daha olur. Her okumada yeni bir şey deneyimler, yeni anlam örüntüleri yakalarım.

                                                                Bilge Karasu
   
Not: Hocam Bilge Karasu metinlerinde ve bağlacını hiç kullanmadı. Ben de onun anısına saygı için bu yazımda ve bağlacını kullanmadım. 

 

Şehmus Aka, Cemal Nurkutuğureli

18 Mart 2024 Pazartesi

BENİM FİLMLERİM

 

Benim filmlerim, dediğim şey şu. Benim estetik zevkime hitap eden filmler. Aristoteles’in dediği gibi sadece bilgilendirme değil, arındırma(katarsis) işlevi de gören filmler bunlar. Yaşamla ilgili belli bir insanlık problemini, ilişkiler arası varoluşsal veya etik boşlukları bulup açığa çıkaracak gözlemci bir film. Bana yaşama felsefece bakmamın güzelliğine yeniden beni ikna edecek bir film. Görülenin arkasında bir görülmeyenden söz açan bir film.

Uzun süre önce seyrettiğim bir filmi yeniden seyrettim. Adı Köprü Üstü Aşıkları. Leos Carax imzalı bir film. Filmin usta oyuncuları arasında hepinizin tanıyor olduğunu düşündüğüm Juliette Binoche var. Çikolata (yapım yılı 2000) filminden bu yana onun hayranıyımdır.
Film yaşamda şanssız olan kaybedenleri (loser) merkeze alıyor. Bu film eziklerin filmi. Bile isteye düzenli yaşamından kopup bir loser olmayı seçen Michele (Juliette Binoche) ile Alex’in(Denis Lavant) hikayesi bu. Umutları, dağılmışlıkları, ötekileştirilmişleriyle yönetmenin önümüze koyduğu sarsıcı bir hayat.

Juliette Binoche’nin enfes oyunculuğu beni şaşırtmadı. Ama ilk kez oyunculuğunu seyrettiğim Denis Lavant beni ustalığıyla kendine hayran bıraktı. Ne yaparsam yapayım, Alex’e bakarken sanki Notre Dame Kamburu olan Quasimodo aklımdan hiç çıkmadı. Alex oyunculuğuyla bana sadece onu hatırlatmadı. Bunun yanı sıra kurgu dünyamın karakterlerinde yeni bir Quasimodo’ya yer açmama neden oldu.

Bulunduğumuz tabaka güven verir. Konforlu alanını terk etmeyi düşünmeyiz asla. Dolayısıyla kaybedenlere kulak vermeyi aklımızın ucundan bile geçirmeyiz. Dünya bizim etrafımızda döner. Oysa Leos Carax bu algımızı filmin sonunda paramparça eder. Film bittiğinde o konfor alanının bir lanet ya da gerçekliği gizleyen bir metrix olduğunu fark edersiniz.  



15 Mart 2024 Cuma

DÜŞLE GERÇEK ARASINDA BİR YERDE: ÖZNE

 


SÖYLEŞİ: ŞEHMUS AKA

Şehmus Aka: Zamanının neredeyse hepsini düşünerek geçiren birini ele alalım. Doğal olarak bu kişinin elinde düşüncelerden başka bir şey yoktu. Yani gerçekle olan etkileşimi yoktur. O zaman gerçeğe ulaşmak için düşünmeyi bırakmalı mıyız?

Varoluşsal boşluk bizi buna sürüklemiyor mu zaten?

Erkan Tuncay: Düşünce temelinde gerçeklik var. Ne yaparsak yapalım düşsel gerçeklik önü sonu gerçeğe değer. Gerçek artık düşün somut halidir. Düşünce eylemi bırakılamaz. Eğer ki kişilik parçası olmuşsa hele.

Şehmus Aka: Hangisi hangisinin ürünü peki? Gerçeklikle mi düşünürüz? Yoksa düşünceyle mi gerçekliğe ulaşırız?

Erkan Tuncay: Düşünceden önce gereklik var. Düşünce gerçekliğe geliyor. Yetmiyor onu kavramaya, temsil etmeye çalışıyor. Akılda bu şekilde şemalar halinde gerçekliği temsil ediyoruz. Ama elbette insanın hayal gücü, düşü gerçeğe büründürür ki bu da artık öznenin kendi kişisel gelişimiyle ilgili bir durum olur.

Ş. A. : Bu durum bence önemli.

E. T.: Aynen. Bireyin, gerçeklikten aldığı esinle, motivasyonu düştür bu yüzden.

Ş. A.: Söz konusu olan, düşün gerçeğe dönüşmesi, kişinin kendi idealar dünyasından kaynaklı mıdır?

E. T.: Hayır bizim kendi ideallerimizden kaynaklı. Yani yaşamın oynadığı satranç hamlesine karşılık verdiğimiz tepki olarak da ele alınabilir. Platon’un bir evren ötesi masalı olarak değil.

Ş. A.: Anladım. Peki, felsefede veya psikolojide varoluşsal boşluk nasıl açıklanıyor?

E.T.: Psikolojide kimi kişilik kuramları; benlik silikleştikçe, kendini gerçeklik alanında göstermedikçe, kendilik yitirilince felsefi anlamda varoluşşal boşluğun başladığına işaret ederler. O zaman benlik dediğin şey ile anlam(lar)ın bağı kopar. Boşluk başlar. Buna içsel yabancılaşma da diyebiliriz. Artık ‘Ben kimim?’ sorusunun yanıtı yoktur.

Ş. A.: O zaman, özne bunun cevabını bulamayacak.

E. T: Bulana kadarki süreye varoluşsal boşluk deniyor. Yoksa parmağınızı kavrayan bir bebeğin boşluğa anlamı getirdiği de olur. Ben bu konuda o kadar karamsar değilim. Elbette zaman dediğimiz o devinim içinde elbette anlam özneye gelir. Bu durum ancak gerçeklikle bağını koparmayan kişiler için söz konusu olur.

Ş. A.: Anladım. Peki, söz konusu anlamsal boşluk yaşayan birine sağlıklı bir birey diyemiyoruz öyle değil mi?

E. T.: Sağlık göreceli bir kavram olur burada. Tarihsel ve toplumsal algılarla ilgili değişkenlik gösteren bir kavram olur. Yanı sıra öznelerin yaşadığı varoluşsal boşluğun derinliği açısından da bakılınca sağlık dediğimiz kavramın özneye uygunluğundan söz edilebilir ancak.

Ş. A.: Size göre sağlık nasıl bir kavramsal anlam kuşanır?

E. T.: Beden sağlığı yerinde olan ama psikolojik sağlığı henüz yerinde olmayan bir bireyi düşünelim. O zaman sağlık, ben ile iç ben arasındaki mesafeyle ilişkili bir durum olur.

Ş. A.: Aslında durum şöyle değil mi hocam? Bu kişi dış çevreden gördüğü her şeyi yine çevresi tarafından oluşmuş olan bilinçaltıyla değerlendiriyor. Bu da onu sürekli bir döngüye,  yani boşluğa itiyor.

E. T.: Bilinç ile birlikte doğrudan bilinçaltı devrede olabilir. Çıkış mümkün her zaman. Ama her çıkışın yeni bir düşüşü müjdelediği de varsayılabilir.

Ş. A.: Ve şey hissi var mesela. Çevredeki insanlar kendisine kötü olduğunu söylemesine rağmen birey tek doğrunun kendi düşünceleri olduğunu sanıyor.

E. T.: Doğrudur genellikle dünyaya benmerkezci baktığımız olur bizim.

Ş. A.: Bu durum bence bir kırılma noktası gibi. Yani gerçekliğin bükülmesi gibi bir durum yaratıyor.

E. T.: Belki de doğrudur. Kişinin zihinsel çalışma tezgahında, gerçekten de gerçeklik bükülür. Bambaşka bir şeye dönüşebilir. Yine de önemli çıkış noktasına, gerçeğe, yeniden dönebilmektir.

7 Mart 2024 Perşembe

ETİK Mİ AHLAK MI?


İnsanın yapıp etmelerinde karşımıza çıkan iki tür alan var. Birincisi ve elbette en genel olanı ahlak. ikincisi ise genellikle ahlak ile karıştırılan ve daha az bilinen etiktir. Ahlak günlük yaşayışımızda kültür aracılığıyla, sosyalleşme sürecinde aktarılırken, etik daha üst düzey bir biliş etkinliği gerektirir.
Asıl sorulması gereken şey de tam olarak burada karşımıza çıkar. Ahlak gündelik yaşamımız içinde yer alan yapıp etmelerimiz kontrol ederken ve bunun yanı sıra baskı unsuru olurken bireyin iradesini hiçe saymakta mıdır? Evet, açık seçik bunun böyle olduğunu söyleyebiliriz. İşte tam bu noktada ahlak ile etik alanındaki yapıp etmelerimizin ilk farkına, ayrımına tanıklık ediyoruz. Ahlak toplumun yaşayışımızın konusu iken etik felsefenin konusu olur. Yani az önce ifade etmeye çalıştığımız şey de şu olur:
Ahlakın baskıcı, kural koyucu yanı söz konusudur. Etik ise, bu açıdan bakıldıkta bireyin özgür iradesinin bir ürünü olur. Peki, o halde hangi bireyin eylemi etik alanına giren eylem mahiyeti taşıyacaktır? Bu kanımca belli bir tür entellektüel birikim taşıyan ya da bireysel aydınlanma yaşayan bireylerlerin eylemleri etik eylem alanına girecektir demeye gelecektir. Neden? Çünkü özgür irade gibi , bireyi birey yapan öz nitelik olmadan etik eylemin birey tarafından ortaya konması mümkün olmayacaktır. Özgür iradeye sahip bireylerlerin ortaya koyacakları etik eylem,  gizli bir gündemden motivasyon almayacaktır. Bu tür bireylerin ana motivasyon kaynağı insanlık değerleri olacaktır. 
Şimdi şöyle bir örnek üzerinden konuya daha fazla açıklık kazandırabiliriz. Köy meydanından geçerken bir kazaya tanıklık ettiniz. Tanıdık olsun olmasın ayıplanma korkusuyla durup kaza yapan kişiye yardım ettiğinizde ahlakın amaçladığı eylemi yerine getirmiş oluyorsunuz. Akrabanız olduğu için durmanız, ya da sevap kazanmak için bu eylemi yapmanız da onu etik eylem katına çıkmasına yardımcı olmayacaktır. Şimdi aynı örneği resmi ilişkilerin geçerli olduğu kent yaşamına getirelim. Kentin bir yerinde tanıklık ettiğiniz bir kaza için durmanız, gizli bir gündemi olmadan(sevap veya başka bir şey) kaza yapan insana yardımcı olmanız pekala söz konusu olabilir. Buna benzer bir olay yaşandı geçenlerde. Kazada kendi sorumluluğu olmamasına rağmen kazazadeye yardımcı olan insanlardan biri hemşire olan eşimdi. Olayı ondan dineldim. Durup kaza yapan gence yardım ettiklerini ve ambulans gelene kadar da oradan birkaç kişiyle ayrılmadıklarını anlattı. Bu olmuş bitmiş eyleme baktığımızda, insanın değer koruma amacı (insan yaşamı) dışında bir amacı olmadığından etik eylem olarak pekala değerlendirebiliriz.  Bu konuda can alıcı bir noktayı da yeniden anımsatmakta yarar var. Eğitim sonucunda bireyin özgür iradesini gereksinim duyduğunda işe koşması söz konusu olabilmektedir. Burada seçim tamamen bireyindir. Bu tür eylemler, üstünde ahlaki gibi herhangi bir baskı hissetmeden, kendi seçimi ve özgür iradesi sonucunda ortaya konmuş eylemlerdir. Ahlak mı etik mi? sorusuna daha derinlikli bir yanıt bulmak için, görselini paylaştığım hocam İonna Kuçuradi'nin Etik adlı yapıtına başvurabilirsiniz.