20 Mayıs 2024 Pazartesi

YAŞAM BİLGELİĞİ ÜZERİNE



Schopenhauer'ın bu kitabını okurken,onun acının filozofu olduğunu aklımda tuttum. Ama kitap, acının öğretmen olarak karşımıza geçip bizi eğiteceğini dile getirmiyor. Aksine başta bir yaşam bilgeliği ve felsefesi sunacağını kitabın alt başlığı bize deklare ediyor.
Bakın burası şaşırttı beni. Çünkü sanki acının yaşamdaki varlığı, nihayetinde yaşamı da reddediyor olmayı getirebilirdi. Hayır öyle olmadı. Schopenhauer Aforizmalar adlı kitabında, mutluluğun neredeyse anahtarı konumundaki yaşam bilgeliğinden söz ediyor.
Bu yaşamı olumlamak değilse nedir?

Filozofun okurla söyleşir gibi, samami bir anlatım tekniği yeğlediğinin altını çizmek gerekiyor. Yanı sıra filozofun işaret ettiği, bilgelik uzerine konumlandırılmış olan yaşam felsefesini gayet açık bir şekilde anlatıyor olması, bir şans olarak değerlendirilebilir.
Yaşamı kimi yerde soyutlasa da , asla gerçekliği elden bırakmıyor Schopenhauer.
Aforizmalar deyişi filozofun her bölüm girişinde ele aldığı argümanlardan kaynaklanıyor olabilir. Çoğunlukla Antik Yunan ve Roma düşünürlerinden seçtiği argümanlara yer vererek düşünce ve argümanları sağlam bir zemine oturtuyor.

İtiraf etmeliyim ki, bu aralar sosyal medyada görünür olmak adına hazırladığım içeriklerde bol bol bu kitaptan yararlandım. Bu yüzden okuma zamanım kesintiye uğradı ara ara.
Gelelim, nasıl bir yaşam sürmeliyiz ki, bu bizi hem mutlu yaşama, hem de yaşam bilgeliğine götürsün? sorusuna.
Schopenhauer gayet minimal bir yaşam işaret ediyor 

 Hem sosyal çevrede, hem mal mülk açısından. Çünkü ona göre her türlü sınırlama mutluluk getirir. Günümüzde bu argümanın, haklı nedenleri olsa da, taraftar bulması zor görünüyor.
Yaşam bilgesi, dış dünya yaşamına yabancı olmayacak. Ama aynı zamanda söz konusu bu yaşama saplanıp da kalmayacak.
Enerjik bir biçimde dış dünya gereksinimlerini karşılayacak ve hemen iç dünyaya kendini verecek.

Mutlu olmak ne demektir? Kadim sorunun cevabının, filozofun sevimli yaşam bilgesini tanındık sıra açığa çıktığını göreceksiniz.
Yaşama bilgesi yalnızlığı seven biridir. Kavrayışı derin olması nedeniyle, yalnız kalma becerisi yüksektir. O yalnızlığa bir öğretmen gözüyle bakar. Yaşam bilgeliği acıya nasıl bakarsa öyle.
Kitabın ilerleyen kısmında şöyle ilginç bir argüman karşınıza çıkıyor. 'Yaşam bilgeliği, şimdiki zaman ile gelecek arasında kurulacak olan orantının doğruluğuna dayanır.' Bilgeliğin en önemli dayanaklarından bir tanesi budur.

Yaşam bilgeliği şu soruya yanıt vermeyi de gerektirir. Yazgı tanrının kucağında mı duruyor?
Schopenhauer bu soruya olumsuz yanıt vererek, çok boyutlu bir varoluşçuluk durağını inşaa etmeye başlıyor. Çünkü iş bu soruya yanıt vermekle bitmiyor. Schopenhauer insanı, bir tür human-Demirguos konumuna layık görüyor. Bu faal akıl gökyüzünde nasıl insan ve yaşam üzerine bir demirci gibi çalışıyorsa, insan da yazgısını tanrının kucağından çekip, kendi yaşamının tasarımcısı olmaya başlayacaktır.
Peki o halde, bu durumda yaşamın bilgesi, bir amour fati (yazgı sevici) midir? Hayır. Kesinlikle değil. O kendi yaşamının iplerini eline almaya çalışan, bunun da meşakkatli bir iş olduğundan haberdar olan biridir.
Ortalama bir okur için, Schopenhauer okumak, yoğun soyutlamalarla düşüncelerini dile getiren Nietzsche'yi okumaktan daha keyifli olacaktır.
Affınıza sığınarak diyeceğim ki, tarihteki ilk kişisel gelişim kitapları arasında yer alacak olanlardan biri de bu kitaptır.
Elbette kitabın konusunu tüm olarak dile getirmek fazla iddialı bir iş olduğundan, kitap üstüne bu kadarıyla söz etmekle yetinelim.
Şimdi siz, bir human-Demirguos olarak yazgınızı tanrının kucağından çekip alın ve kitabı okumaya başlayın. Göreceksiniz ki, mutluluk bir tür yaşam bilgeliğinin kökünde yeşerip büyüyecektir.



19 Mayıs 2024 Pazar

BİR VAROLUŞ BİÇİMİ OLARAK ŞİDDET

Türlü varoluş biçimleri var. Peki, şiddet bir tür varoluş biçimi olabilir mi?
Eğer Geist Hegel'in söz konusu ettiği biçimde kendini tarihte açığa çıkarıyorsa durunm vahim. Çünkü insanlık tarihi bir biçimiyle şiddetin tarihidir. İnsanın özgürlük veya başka bir şey için türünü soykırıma uğratmasıdır. En azından bu, insanın insana rağmen varolma çabasıdır.
Kıyamet diye çevrilmiş olan Apocalypse Now adlı film, benim için Full Metal Jacket(1987)' den daha ayrı bir yerde duruyor. Biraz daha üst rafta. Çünkü söz konusu Kubrick filmi mizah dozu içeren bir film. Kıyamet ise daha derine inmek adına mizah yerine şiirden, sanattan, psikolojiden, bir ölçüde felsefeden yararlanıyor.
Sonda söylemek gerekeni şimdi söylemek istiyorum. Kıyamet filmi, insanın ne yaparsa yapsın o ilkel yanının ürünü olan şiddetten kurtulamayacağını gösteriyor.
Bu haklı bir eylem midir?
Film bunu da sorguluyor. Cappola'nın derine inen analizleri var filmde.
İyi ve kötü olmanın bir zorunluluk olduğunu,ama ne yaparsak yapalım kötü olmak dışında insanın başka bir seçeneği olmadığını filmin sonunda ordu kaçağı, kaçak albay Kurtz'u, her ne kadar saf değiştirmiş olsa da görev adamının Kurtz'u öldürmesinde görüyoruz.
Dünyaya doğamız gereği cinsellik ve saldırganlık dürtüleriyle gelmek bir tür amour fati( yazgı sevicilik) durumuna sokuyor bizi. Çünkü insan şiir, genelinde sanata rağmen şiddet uygulamayı bırakmıyor. Şiddet burada vicdanı rahatsız eden, ama öte yandan varolmanın bir koşulu olarak açığa çıkan bir paradoks, davranış bozukluğu, bir amour fati oluyor 
Evrimin yazılım mühendisliği, şiddet bağlamında bizi bir Sisyphos'a dönüştürüveriyor. Şiddet eylemi, yaşamımızın bize soluk aldıkça dayattığı bir özel anlamlar dizisiyle meşruluk kazandırılabilir olan bir şeye dönüşüyor.
Filme dönersek, filmdeki öldürme görevi söz konusu ettiğim gibi bir vatani görevi oluyor. Orada bizim meşru savaşımıza gölge düşüren bir eski ordu mensubu var. Onun bertaraf edilmesi gerekiyor.
Albay Kurtz savaşın bir varoluş amacı olmadığını, bunun ilkel bir dürtü ile toplumsal eşitsizliğin kaynağı olarak ortaya çıkmış olabileceği fikrine erişmiştir. Bu kısmi bir aydınlanma durumu, çünkü albay Kurtz kelle kesmeye devam ediyor. Bu da savaşın anlamsızlığı kavrayışını beraberinde getiriyor. Geriye kalan tek şey, savaş olgusuna karşı çıkmaktır. 
Ama bu kısmi aydınlanma şiddetin insan hayatından çekilebilir bir şey olduğu anlamına gelmiyor. İnsanlık tarihi, şiddet öznesi olarak insana yer açmaya devam edecektir. Şiddet burada artık bir tür varoluş biçimine dönüşmüştür.
Filmin bütçesi, oyunculuk, estetik düzeylerinin yanı sıra şiddet sorunsalı ve onu ele alış biçimi, taşıdığı argümanlar bakımından bu film, bir  sinema klasiği olarak anılmayı hak ediyor.

15 Mayıs 2024 Çarşamba

BİR BAŞKALDIRI BİÇİMİ OLARAK AŞK

Konumuz insan doğasına en uygun eylemlerin temelinde olan aşk.
Kimi psikologlar libidonun açığa çıkması olarak aşkı tarif eder. Kimi biyolojik yaklaşımcılar, türün devamı için onu bir giriş serenadı olarak görürler.
Ben aşkın bir etik ilişki örneği olarak ele alınabileceğini ileri süreceğim. Bunun yanı sıra bir varoluş mücadelesidir, diyeceğim.

Aşkım Etiğim
Aşk ilişkisi bir etik eylem olanağı taşır mı? Diğer bir söylemeyle bir aşk öznesi olarak değer koruyan olmak zorunda mıyız?
Aşk, bir eylemler dizisinden oluşur. Yani ben ile sevilen özne arasındaki yaşantıların tümü aşkı oluşturur. Peki o zaman neden bu eylemlerin temelinde etik kaygı olmasın?
Aşk bir insan ilişkisi türü ise, doğal olarak beraberinde etik bir boyut açacaktır. Sözüne güvenilir, empatik, insana saygılı, düşünceyi değerlendirme konusu yapan olmak birer ilişki temeli oluşturur. O zaman aşk ilişkisi zorunlu olarak insansal olanakları temeline aldığı ölçüde ayakta kalabilecektir. Aşk insanı, ister istemez bir etik eylem uygulayıcısı olacaktır.
İlişkileri hazcılıktan, id katmanından superegoya çıkarmak bu sayede mümkün olabilmektedir.
Aşkın id aşamasını aşamamış olanı, günübirlik aşk kategorisine girer ki böyle bir seçim yapmak da mümkün olabilmektedir.
Ama aşkı aşk yapan asıl şey, bu etik temeldir.
O zaman aşkı uzun soluklu bir yürüyüş olarak ele almaya başlayabiliriz.

Aşk Bir Varoluş Mücadelesidir

Bizi sürüden ne ayırır? Aşk bizi biz yapan, toplum denen kuyuda boğulmamızı engelleyen bir varoluş mücadelesi midir?
Açıkça evet. Düşüncesiyle, toplumsal birörneliğe karşı çıkmak nasıl mümkün olursa, aşk da bir tür başkaldırı girişimdir.
O güne kadar kendi adına ilk söz alma girişimidir. 
Topluma şöyle bir mesaj verir aşk öznesi. Beni ben yapan, şu an aşık olmaklığımdır.
Dolayısıyla ilk kez toplumun gölgesi dışına çıkma eylemidir aşk. 
Peki, seni yıllar boyunca kendi kültürel değerlerimle yoğurup durdum. Şimdi sen onların tümünü boşa mı çıkarıyorsun? 
Toplum böyle çemkirir aşk öznesine. Çünkü ancak özneler üzerinden var olabilmektedir. Özne elbette sıfırdan bir değerler dizisiyle aşık olduğu öznenin yanına gelmez. Ama iki aşk öznesinin öznel alanı, artık çürümüş toplumsal değer ve kültür öğelerinin eleştirel aklın konusu olduğu bir alana dönüşür.
İşte ikinci varoluşsal mücadele burada baş verir.
İki aşk egosu bir araya gelince, hangisi ötekini içe alacaktır? Sürtünme kuvveti ile krizler başlar. Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı kitabında işlendiği üzere, aşk bir tür Efendi -Köle ilişkisi midir? Öyle aşklar da vardır. Söylemiştim. Böyle aşkların etik bir zemini yoktur.
Gel gelelim, söz konusu bu Efendi -Köle ilişkisi eğer seçim olmayacaksa çıkış yolu ne olacaktır?
Bu egosal mücadelede her iki taraf, öteki öznenin özgür iradesini saygı konusu yapabildiği alana kadar egosunu geri çekmek zorunda kalacaktır.
Çünkü sadece kendi egosunu emzirip büyüten her bir eylem, aşk ilişkisinin habitatını yok edecektir.
Aşk, bir değer sorunudur.
Aşk, varolmaktalığımın varlığını var olarak kesinleyen bir başkaldırı girişimdir.
İşte aşkın metafizik alanın dışına çıkmasını sağlayan en önemli eylem bilinci budur.

3 Mayıs 2024 Cuma

İÇİMİZDEKİ KOMEDYEN

Schopenhauer Aforizmalar* adlı kitabında şunu söylüyor.
'Herkesin içinde eza ve cefa içinde yoksul bir komedyen yatar.'
Dosteyevski'nin Yeraltı'sındaki isimsiz kahraman tıpatıp bu aforizmaya uyuyor.
Dosteyevski bizi işte o eza ve cefa içindeki isimsiz komedyenin yaşamına davet ediyor kitabında.
Sanki bir komedyen gerçekten. Şakası, ciddiyetinden öyle hızlı rol çalar ki okur şaşırır. Ya da tam tersi olur bazen. 
İçsel konuşmaların ağırlıklı olduğu bu kitapta, sanki o adsız komedyenin gözünden, zihninden yaşama bakarız. Rus toplumsal yapısının ne olduğunu görürüz. Sonra da, yoğun bir şekilde adsız komedyenin dünyaya nasıl baktığına tanıklık ederiz.
Bu iş okur açısından yorucu değil elbette. Yorucu olan şey, okurun günün koşullarına ve zamanına uyan ahlaksal bir bakışı elden bırakmadan kitaba dalmak istemesdir kanımca.
Alışkanlıklar kolayca bizi terk etmiyor. Oysa kitabın girişinde bir uyarı tabelası vardı. Hızlıca yanından geçip gittigimizi fark etmeyiz.
O tabelada şu yazıyordu.
'Ben hasta bir adamım.'
Bu mantıkla hareket eden, rasyonel okur için bir uyarıydı. Dikkat edin! Benim mantığı terk etmemin hikayesini size biradan anlatacağım, der gibidir adsız komedyenimiz.
Eğer Schopenhauer'ın dediği gibiyse, yani içinde yaşadığımız dünyanın tasarımı kişiden kişiye değişiyorsa, kitapta artık adsız bir komedyenin eza ve cefa çektiği dünyasının içinde yer alacağız demektir. Bu da felsefenin ruhuna uygun bir öznellik katar işin içine.
Kitabın geçtiği tarihsel zamand, herkes farklı bir dünyanın tasarımını içinde taşımaktadır. Yeraltı adlı kitapta bir elin parmak sayısını zar zor geçen karekterlerinin her biri, dünyayı farklı bir pencereden görür. Burada sosyo ekonomik durum, meslek, iç dünya kavrayışı birer değişken olarak karşımıza çıkıyor elbette. Ama 
Schopenhauer Aforizmalar adlı kitabında şunu da söylüyor. Eğer her birimiz aynı zamanda ayrı dünyalarda yaşıyorsak, dış dünyayı ve gerçeklerini ele alış biçimimiz de değişecektir. İşte Dosteyevski'nin söz konusu bu kitabında adsız komedyenin dünyayı nasıl bambaşka bir biçimde anlamlandırdığına tanıklık ederiz.
Ezik, kaybeden bir ruh. Ama buna rağmen kuyruğunu dik tutmaya çalışan, bunu yaparken de bir pandomim oynanan bir insan.
Elbette bu soytarılık ona yetmeyecek, dünün mağduru bugünün zalimini oynamak isteyecek ve hizmetlisine ona ezik davranıldığı biçimde o da ezen bir efendiyi oynamak isteyecektir.
Aforizmalar adlı kitabında Schopenhauer bakın başka ne söylüyor. 
'Dışsal olaylar ancak içsel olayların izin verdiği ölçüde o kişiyi etkiler.'
Yani çevresel gerçeklik ve faktörler her ne kadar önceden belirlenmiş olsa da, birey ona izin verdiği ölçüde bir anlam oluşturur.
Bizim meşhur eza ve cefa içindeki isimsiz komedyen işte o baktığı dar açıyla ruhumuzu ezer geçer kitap boyunca.
Bence kitabın kişisel başarısı da buradadır. Okuru başta içine almasa da, daha sonra bir iç dost sesi gibi bizi kendine çeker ve kendini dinletir.
Kitabın içsel konuşmaları, bizi hiç bir zaman kahraman ilan etmeyecek olan bu yaşama bir isyan rehberine dönüşür. Kitabın ortalarına doğru adsız komedyenin iç sesiyle bizim iç sesimiz birbirine karışır. Ben, der, kitaptaki ses, kahraman değil kötü olmak istiyorum. Hangi ses kimindir? Bu sorunun yanıtını kitabın sonuna doğru hiç anlaşılmaz olur.
Dosteyevski'nin anlatı dünyası bu yüzden büyüktür. Tıpkı bir Sokratik diyalog içinde gardınızı alacağınız bir ilk argümanla başlar. Sonra da sizden duymak istediği argümanlara doğru ruhunuz bile sezmeden sizi sürükler.
Kitap amacına sonunda artık ulaşmıştır. Orada aslolan eza ve cefa içindeki adsız komedyenin yeraltısı değil, sizin yeraltıızdır.

*A. Schopenhauer, Aforizmalar, çev. Mustafa Tüzel, iş Bankası kültür yayınları/2011