Edebiyat
ve Yazma Yolculuğu
Benim için edebiyat kurguyla ilişkili daha çok.
Kendinden kaçma, verili değerlerden ve dış gerçekliklerden kaçmanın en güzel
yolu. Bunun deyim yerindeyse bağımlısıyım. Kurgu olmadan yaşamım ne olurdu?
Belki kendimi ifade edemeyecektim. Belki de içsel yalnızlığım bunca
katlanılabilir olmayacaktı. İçimdeki Gregor Samsa’ya yol açamayacaktım.
Edebiyat özelinde kurgu benim için bir iletişim
aracı. Kusursuz ve kalıcı. Beyin uçlarında kökleşen. Düş gücüme enerji veren
bir alan. Gerçekliğe uyduramadığım yaşantı durumlarımda, somutlaşmamış düşleri sanki
yaşamış gibi hissetmemi sağlayan bir alan.
Şu anın ve seçimlerinin sorumlulukları ve ruhsal
baskısından bir kurtuluş yolu.
Yıllar önce yazmaya başladım. 1995’te yayınlanmaya
değer şeyler yazdığımı gördüğümde ve yayınlattığımda daha farklı bir düzeyde
sürdürdüm yazıyla ilişkimi. Bu döneme artık neyi nasıl yazmayacağımı öğrenme
dönemi diyelim. Ya da yazdığım türün ne demek olduğunu öğrenme süreci.
“Kalabalık
bir ailede iletişimsiz büyüdüm. Klasik aile ilgisizliği mi? Bilmiyorum.
Eksiklik hissetmeden, baskı altında kalmadan özgürce hissettiğim dil ve yazma
işliğini belki bu yüzden seçtim.”
Kurmaca
Metinlerin Doğası
Kurmaca metinlerin en güçlü yanı, kesinliğin o duygudan
arınık kıyısından uzaklaştırması. Aklın kavrama yetileriyle bir başımıza bırakmaması.
Çoklu son, olasılık ve karar. Yazar elinden çıkmış olsa da, sanki yaşamımızın
elimizde olduğu duygusunu bir anlık da olsa vermesi kurmacanın en güçlü yanı.
Gerçek, daha fazla acıtıcıdır. Spinoza’nın dediği şuydu. Seçimlerimiz özgür
irademiz sonucu değildir. Nedensel zincirin sadece bir parçasıdır. Bunu sürekli
anımsayarak geçecek bir yaşam elbette katlanılmaz olurdu. Kurmaca kanımca bu
gerçeğin çok ötesine taşıyor özneyi. Bir anlık da olsa, ipler sanki
elimizdeymiş gibi hissettirmeyi sağlıyor.
“
Kurmaca yazmak, sıradan bir varlık dünyası ayrıntısını güzellik katına çıkarma
işidir.”
Kurmaca
Metinlerde Özgünlük
Her yazının coğrafyası farklı. Hele iklimi daha çok.
Böyle olunca coğrafyayı, iklimi ve karakterleri belirleyebildiğiniz bu sınırsız
özgürlük alanında koştururken, yazarın alttan alta akan bir ses verdiğini
işitirsiniz. Bu sanki o coğrafyaya giriş biletinizdir. Ses, devinim ve yaşam
başkaca soluk alıyordur. Bunun da benzeri olmayacaktır. Taklidi olanaksızdır. O
ses öyle tanıdık gelir ki yazarın bir başka metninde, hangi coğrafyada, hangi
dilde hangi karakterin konuştuğunu hemen anlarsınız.
“Kendi
yazdığım öyküleri yayınlatamıyorum. Ancak bilindik bir yazarın adıyla bu
öyküler bir yayıncı buluyor.”
Öykücünün
Yapması Gerekenler
Yaşam ayrıntılarını sanatın katına, anlatı
estetiğine taşıması. Sıradan yaşamlarımızda o ayrıntıların aslında ne anlama
geldiğini bize göstermesi. Anlattıklarını gerçekten olmuş, ya da olacakmış gibi
bize inandırması. Böyle olunca kandırılmadığımız farkına bile varmayız.
İlerledikçe aslında bir kurgu yalanının içinde olduğumuzun farkına bile
varmayız. Okuma bitince az önce gördüğümüz düşün bir kitap boyutunda olduğunu
ancak o kitabı kitaplık rafına koyduğumuzda fark eder ve irkiliriz. Ne yani az
önce gördüğüm gerçek değil miydi? İşte o irkilme, kendine gelme yani gerçeğe
dönme anına kadarki anı öykücünün tasarlaması gerekir. Ustalıkla. Belki de öykü
yazarı sırf bu yüzden bir zaman kurgulama ustasıdır.
“Gözlem
yap. Yeniden gözlem yap. Bir daha gözlem yap. Az önce eski şaibeli site
yöneticisinden aldığın telefonu düşün. İlkinde açmadın. İki gün geçti. Yeniden
aradı seni. Kendi koltuğundan devrilmesi için her şeyi yapan birini yaklaşan
seçimde desteklemeni istiyor. Seslere karşı da kulakların açık olsun.”
İyi
Öykü Yazmak
Bir esrime hali demeliyim buna. O esrimeyi, esrime
anını yakaladığınızda iyi öykü yazabiliyorsunuz. Ham haliyle öyküyü bırakma
ustalığına, yani az hatayla yazma ustalığına, eriştiğinizde iyi bir öykücü
oluyorsunuz. Çok işçilik bir bakıma doğallığın önüne geçebiliyor. Yapıntı daha
somurtkan kalakalıyor. Birden gelmeli iyi öykü fikri. Bir tanıklıktan sonra
belki yazarın zihninde günlerce kendini biriktirmeli. Sonra birden gelebilmeli.
Yani somutlaşmalı. Kelimeyi sırtına kuşanmalı o zaman ses, görüntü ve düşler.
“Ne
yaparsan yap ‘iyi’ dediğin öykü zamanla daha bir üst ‘İyi’ye götürür seni. Yani
‘iyi öykü’ aslında yoktur. O sadece bir ideadır. Ütopyadır. Sadece iyi öykü
yazabilmek olanağı vardır.”
Yazma
Sebepleri ve İlham Üzerine
Gerçeklikten akıp gelen tüm yaşantı kırıntıları,
evreni oluşturan her şey, iç ses dediğim yazar tezgâhında yaşamaya başlar. Bunu
tetikleyen şey bazen yazardan bazen yazar dışında bir nedenden kaynaklanır.
Dolayısıyla iç dünya ile dış dünya birbirini etkilemeye ve birbirinde var
olmaya başlar.
Bunun için içsel bir yabancılaşma anı, dışsal bir
ses, görüntü veya bir eylem yeterlidir.
“Geride
bırakmak için bile yazılabilir. Yalnız kalabilmek için. Sessizliğe tapmak için.
Tapınırken mırıltıları işitmek için. Apaçık o mırıltılardır ki seni bir metne
götürür. Sayıklamalar da diyebiliriz. Düş ile gerçek arasındaki o ince çizgide
kalmaların.”
Öyküde
Anlatıcı Ve Bakış Açısı
Anlatanın baktığı yerden bakarız öyküye. Yazarın bu
konuda ilk söylediği şey, ‘Bak, benim baktığım yerden bak,’ olur. Böylece
karakterin gözünden(aslında o yazarın gözüdür) bakmaya başlarız. Soluk
alışımızı o karakter belirler. Elimizi neye uzatacağımızı o karakter gösterir
bize. Bu yazma büyüsü dedikleri şey olabilir. Bizi birileri anlattıklarıyla
büyüler ve başka biri gibi hissetmeye, yaşamaya başlarız. İntihar etmiyorsak bu
bir parça kurgu sayesindedir. Hep bir başkası olabileceğimize, bir başkasının
yaşamını yaşayacağımıza ilişkin bir simülasyon yaratır kurgu.
“Sen
orada oturmuş kendi yaşamını yönettiğini zannediyorsun. Ben burada oturmuş
sınırsız bir coğrafyada, karakterlerin kendi hayatlarının iplerini ellerine almalarını
bekliyorum. Büyük bir keyif ve esrimeyle.”
Öykünün
Dili
Şeyler dünyasının ötesinde bir alan açıyor anlatım diliyle
öykücü. Burada daha önce de kullandığım yazının metafiziği(üst kurmaca) dediğim
bir alan açılıyor. Bu, yazarın düş ve anlamdan oluşmuş soyut dünyasıdır. Verili
gerçek karşısına kendi karakterleri, dili ve biçemiyle yazarın kendi dünyası
vardır artık. Coğrafyanın, zamanın dile geldiği yerdir orası.
“Yeniden
var olsaydım bir öykünün dili olurdum. Çünkü ne zaman neyi anlatacağımı
bilemezdim. İlk elde gerçeğin yerine kurguyu koyarak zaten işe başlamış
olurdum. Bu metafor zamanla dil aracılığıyla bir imgeye, düşe dönüşmüş olurdu.”
Öyküde
Çatışma
Daha çok içsel çatışmaları vermeyi seviyorum. Tüm
çatışmaların nihai çözüm yeri içsel çatışmadır. Dolayısıyla içsel çatışma öteki
tüm çatışmaları kaplar. Tanrılar bile evreni yaratırken böylesi bir içsel
çatışmayı yaşamıştır. İnsan da kendi sınırlı evrenini yaratırken bu içsel
çatışmadan payını alır. Zamanla bu çatışmalar dile gelir. Zıt iki kutup bir
birini nasıl iterse, burada da ikili durum sürekli bir sürtüşme halindedir.
Gerilimi hisseder, yaşarız. Sonra mutlaka bir yol bulacaktır bu çatışma. Ya
okurun kafasında ya da yazarın dil evreninde.
“Yaz,
kış. Sıcak, soğuk. Gece, gündüz. Serinkanlı, soğukkanlı. İkilik üzerine
yüceliyor insan yaşamı. Bu bir tür diyalektik süreç. Bu diyalektik sürecin
doğumudur (sentez) öykü. Özü de çatışmadan gelir.”
Öyküde
Tema
Çerçeve tema bir mağazanın vitrini gibidir.
Süslüdür. Albenilidir. Dikkat çeker. Ama sadece içeriye girmeniz için vardır o.
Yoksa mağazanın içiyle ilgili söylenebilecek her şeyi söyleyemez. Yazarın
kurgusunda dış çerçeve tema, sadece bir el etmedir. Onun etkisinden sıyrılıp
merkezde, içte yer alan (üst kurmaca) temaya ulaşmak. İşte can alıcı sorun
budur. Okur tüm duyargalarını burada açmak zorundadır. Ben kişisel olarak daha
çok üst kurmaca zengini metinleri seviyorum.
“Bak
sana ne anlatacağım biliyor musun? Bak sana ne anlatacağım biliyor musun? Bak
sana ne anlatacağım biliyor musun? Bak sana ne anlatacağım biliyor musun?
Bilmiyorsan beni okumaya başla.”
Öyküde
Zaman
Aslında öykü
zamanında kimse ölmüyor. O zamanda kimse yaşlanmıyor. Öykü zamanı olduğu gibi
kalan, yavaş akan bir zaman. Bunu okura da kendi gerçeklik zamanını unutturarak
yaşatıyor. Ödenmemiş kredi kartınız hayatınızdan çıkıp gitmiştir. Az önce
aşkınız reddedilmemiştir artık. Başka bir zamana yelken açarsınız. Sabahın ilk
ışıklarındaki bembeyaz deniz görünümüdür her şey. Suyun üzerinde sürüklenmeye
başlarsınız. Yok bir evrende, yok bir zamanda.
“Bir
yokmuş, bir yokmuş. Bilinmeyen bir zamanda, bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen
bir şey varmış. O şey o kadar bilinmiyormuş ki, buna durup kendi de şaşıyormuş.
Öylece yaşayıp gidiyormuş. Bilinmezlik içinde. Bir gün gelmiş, yok yerden, yok
bir zamanda yok biri çıkıp gelmiş. Dönüp ardına seslenmiş. ‘Beni yok yere kadar
takip ettiniz. Yeter artık. Düşün yakamdan.’ Geridekiler de öyle yapmış. Yok
bir yerin zamanında, yok boyunca takibi bırakmış o şey.”
Öyküde
Karakter
En iyi karakter öyküde karaktersiz olmaktır. Yani
karakterin çevrenin ondan gelebileceğini tahmin ettiği eylem çerçevesinin
dışına çıktığı an. İşte o kutlu an öyküyü öykü yapar. Bu yüzden karaktersiz karakterler severim
ben. Önce karakteriyle girer düş dünyamıza. Sonra bambaşka bir dil tutturur.
Kestiremediğiniz bir seçim veya bir davranış olabilir bu.
“Seni
hiç tanımıyorum am çok seviyorum. Seni neden bunca sevdiğimi söylesem
inanamazsın. Olmadığını bildiğim için. Sadece sana inanmak istiyorum. Var
olduğuna değil. Var olabileceğine. Öyle heyecan veriyor ki bu düşünce bana
anlatamam. Bu yüzden olsa gerek titriyorum. Gerçek olmaman için de gece gündüz
sevinç duyuyorum. Var olsan yaşlanırsın. Şeker, tansiyon derken seni de
yıpratır bu yaşam. Gelme buralara olur mu? Sen orda kal.”
Öyküde
Mekân
Şart değil aslında. En iyi mekân, dil. Yazarın yurdu
orasıdır. O yurdun hangi coğrafyada yer aldığının ne önemi var. Mekân bazen bir
tuzluk olabilir. Akmak istemediği zaman, nemlendiği zamanları anlatıyor
olabilir. Yine de mekân bize üst kurmacayı verme, zamanı somutlaştırma
anlamında birçok veri sunar. Bunları kullanıp anlatı dünyasına doğru basamak
çıkmaya başlarız.
“Benim
en iyi mekânım çocukluğum. Onunla başladı her şey. Ben onunla başkasına bakmaya
başladım. Başkasının bana nasıl baktığını onun sayesinde fark ettim. Benim en
güzel mekânım çocukluğum. Sana yazdım her şeyi. San ulaşmak, senin duru suyunda
yıkanmak için tüm çabam.”
*Mustafa Kurt,
Abdullah Harmancı, Hale Sert ve Necip Tosun’un aralarında bulunduğu öykü
sevdalılarının gerçekleştirdiği ‘Kurmaca Metin(öykü) Yazma Semineri’nin
yarattığı esinle kaleme alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder