Ferit Sürmeli: Uykusuzlar'daki öyküler uykuyla uyanıklık arası olan o incecik çizgide parçaların tümünü birleştiriyor. Çok az kelimeyle kurgulanan, kısa kısa, kısacık ya da kıpkısa öyküler, yoğun ve anlaşılabilir bir dil, felsefi arka plan ile şekilleniyor. İnatçı ve kolay kolay kendini ele vermeyen bu tarz öyküleri kaleme alma sürecini paylaşır mısın?
Erkan Tuncay:
Uykusuzlar’daki öykülere Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öykü ve sonrasında yazdığım öykülerden gelmiştim. Kısa öykülerdi bunlar. Bu öykülerde benliğimi sarsan kimi anları yakalamaya çalıştım. Sonra uzun okumalar yaptım. Ferit Edgü’nün Binbir Hece adlı kitabı elime geçtiğinde yüzeysel olarak minimal öyküler üzerine düşünmüştüm. Ama söylemin bunca arılaşmış, saflaşmış halini ilk kez görüyordum. İçinde dünyalar barındıran bir an. Kısa, kısacık bir an kendini hemen okura vermiyordu. Çoklu okuma gerektiriyordu. Ya da en azından belli bir ölçüde estetik beğeni gerektiriyordu. Okurun bunca aktif olduğu, yani tümcedeki anlatım hızına katıldığı, eylem ve mekânın dilde bunca az sözcükle yapılandırıldığı başka düzyazı türü yok.
Binbir Hece’nin
elimden düşmediği o anlarda Hacettepe Üniversite Hastanesi ortopedi bölümünde
uzun erimli bir sağaltım süreci yaşıyordum. Öykünün bana en çok yakın olduğu
zamanlardı. Çünkü ilk kez kendi
benliğimi acıyla yunup yıkıyordum. Bu acıların içinden geçen başka benlikler de
vardı. Ölüm önündeki eşitlik çarpıcıydı. Yaşa bakmıyordu. Burası işin öykü
kısmı değildi. Ölüm ve acı karşısında servisteki öteki hastaların duruşları
ilginç gelmişti bana. Ölüm korkusu nasıl
oluyorsa hırsı içine almıyordu. İnsanı o eski saflığa, çocukluğa getiriyordu.
İşte o hastanede uykusuz geceler başladı. Ölümün pencere pervazına tutunup, keskin
bakışını yönelttiği o koridorlarda uykusuzluk bir var olma biçimine
dönüşüyordu. Sayıklamalar, elden kaçıp giden yaşama yazıklanmalar. Daha neler
neler. Uykusuzluk anlarında bu kısacık metinleri kaleme aldım. Benliği soyutlayıp,
en saf haliyle koydum. Çünkü yazdığım karakterler benden o an bunu talep
ediyordu. O/Hakkari’de Bir Mevsim’e
uzandığımda, artık derin varoluş anlarının içine girdiğimi fark ettim.
Ferit Edgü’deki doğu, benim için hastaneydi. Benim karakterlerim bölüm 62’deki bana bir ‘doğu’
yaratmamı sağladılar. Eylem, konuşma biçimleri uykularımı kaçırıyordu. Onları
kaçmış uykularında yakalıyordum. Koridorda uçtan uca giderken kapı eşiklerinde
seslerine, yaşama tutunuş serüvenlerine tanıklık ediyordum. Garip bir paradoks.
Bölüm 62’de hepimiz penceremizden ışığın eksildiğin görüyorduk. Başka bir
biçimde de benlik gelişimi yaşıyorduk. Yani varlık dünyası azar azar
yaşamımızdan çekilirken, başka biçimde benliğimizde kat ettiğimiz yol
artıyordu. İnsanın kendini anlaması için varlık dünyasının siluetini bile
yitirme korkusu yaşaması gerekiyor. Bu kendine gitmenin bir başka biçimi
herhalde.
Uykusuzlar’daki
karakterler bir tür uykusuzluk anında ‘uyanıyorlar’ diyebilirim. Uykusuzluğun
böyle bir artısı var. Görmediğinizi görmeyi sağlaması ilginç bir şeydir. Uykusuzlar’daki kısacık metinlerde
anlatıcı benin de ‘uyunmaları’ var. Bezen bunu bir baba figürü üstünden verdiği
oluyor. Ya da bir anne çıkıp o kısacık metinlerin içinde süt veren memelerini
yavrusuna mı, babaya mı verme şaşkınlığı yaşıyor.
Kemik gelmişimi, deri yarasının onması zamanla olabiliyor.
Ama benliğin sargısı yok. Benliğe atel de uygulayamazsınız. Parol benlikte bir
karşılık bulamaz. Ama bu yazım sürecinin benliğimde büyük bir karşılık
bulduğunu söyleyebilirim. Koşarken dönüp kendime bakmış gibi hissettirdi. John
Fowles Zaman Tüneli adlı kitabının bir
yerinde, Tüm sanatların görevi, bir şekilde, toplumu genel olarak
geliştirmektir, diyor. Doğru. Sanatçının kendisinden başlayarak, diye bir tümce
eklemek isterim buna.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder