1 Kasım 2021 Pazartesi

TEK BİR SORU / FERİT SÜRMELİ

 Ferit Sürmeli: Uykusuzlar'daki öyküler uykuyla uyanıklık arası olan o incecik çizgide parçaların tümünü birleştiriyor. Çok az kelimeyle kurgulanan, kısa kısa, kısacık ya da kıpkısa öyküler, yoğun ve anlaşılabilir bir dil, felsefi arka plan ile şekilleniyor. İnatçı ve kolay kolay kendini ele vermeyen bu tarz öyküleri kaleme alma sürecini paylaşır mısın?

Erkan Tuncay: 


Uykusuzlar’daki öykülere Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öykü ve sonrasında yazdığım öykülerden gelmiştim.  Kısa öykülerdi bunlar. Bu öykülerde benliğimi sarsan kimi anları yakalamaya çalıştım. Sonra uzun okumalar yaptım. Ferit Edgü’nün Binbir Hece adlı kitabı elime geçtiğinde yüzeysel olarak minimal öyküler üzerine düşünmüştüm. Ama söylemin bunca arılaşmış, saflaşmış halini ilk kez görüyordum. İçinde dünyalar barındıran bir an. Kısa, kısacık bir an kendini hemen okura vermiyordu. Çoklu okuma gerektiriyordu. Ya da en azından  belli bir ölçüde estetik beğeni gerektiriyordu. Okurun bunca aktif olduğu, yani tümcedeki anlatım hızına katıldığı, eylem ve mekânın dilde bunca az sözcükle yapılandırıldığı başka düzyazı türü yok.

Binbir Hece’nin elimden düşmediği o anlarda Hacettepe Üniversite Hastanesi ortopedi bölümünde uzun erimli bir sağaltım süreci yaşıyordum. Öykünün bana en çok yakın olduğu zamanlardı.  Çünkü ilk kez kendi benliğimi acıyla yunup yıkıyordum. Bu acıların içinden geçen başka benlikler de vardı. Ölüm önündeki eşitlik çarpıcıydı. Yaşa bakmıyordu. Burası işin öykü kısmı değildi. Ölüm ve acı karşısında servisteki öteki hastaların duruşları ilginç gelmişti bana.  Ölüm korkusu nasıl oluyorsa hırsı içine almıyordu. İnsanı o eski saflığa, çocukluğa getiriyordu. İşte o hastanede uykusuz geceler başladı. Ölümün pencere pervazına tutunup, keskin bakışını yönelttiği o koridorlarda uykusuzluk bir var olma biçimine dönüşüyordu. Sayıklamalar, elden kaçıp giden yaşama yazıklanmalar. Daha neler neler. Uykusuzluk anlarında bu kısacık metinleri kaleme aldım. Benliği soyutlayıp, en saf haliyle koydum. Çünkü yazdığım karakterler benden o an bunu talep ediyordu. O/Hakkari’de Bir Mevsim’e uzandığımda, artık derin varoluş anlarının içine girdiğimi fark ettim.

Ferit Edgü’deki doğu, benim için hastaneydi.  Benim karakterlerim bölüm 62’deki bana bir ‘doğu’ yaratmamı sağladılar. Eylem, konuşma biçimleri uykularımı kaçırıyordu. Onları kaçmış uykularında yakalıyordum. Koridorda uçtan uca giderken kapı eşiklerinde seslerine, yaşama tutunuş serüvenlerine tanıklık ediyordum. Garip bir paradoks. Bölüm 62’de hepimiz penceremizden ışığın eksildiğin görüyorduk. Başka bir biçimde de benlik gelişimi yaşıyorduk. Yani varlık dünyası azar azar yaşamımızdan çekilirken, başka biçimde benliğimizde kat ettiğimiz yol artıyordu. İnsanın kendini anlaması için varlık dünyasının siluetini bile yitirme korkusu yaşaması gerekiyor. Bu kendine gitmenin bir başka biçimi herhalde.

Uykusuzlar’daki karakterler bir tür uykusuzluk anında ‘uyanıyorlar’ diyebilirim. Uykusuzluğun böyle bir artısı var. Görmediğinizi görmeyi sağlaması ilginç bir şeydir. Uykusuzlar’daki kısacık metinlerde anlatıcı benin de ‘uyunmaları’ var. Bezen bunu bir baba figürü üstünden verdiği oluyor. Ya da bir anne çıkıp o kısacık metinlerin içinde süt veren memelerini yavrusuna mı, babaya mı verme şaşkınlığı yaşıyor.

Kemik gelmişimi, deri yarasının onması zamanla olabiliyor. Ama benliğin sargısı yok. Benliğe atel de uygulayamazsınız. Parol benlikte bir karşılık bulamaz. Ama bu yazım sürecinin benliğimde büyük bir karşılık bulduğunu söyleyebilirim. Koşarken dönüp kendime bakmış gibi hissettirdi. John Fowles Zaman Tüneli adlı kitabının bir yerinde, Tüm sanatların görevi, bir şekilde, toplumu genel olarak geliştirmektir, diyor. Doğru. Sanatçının kendisinden başlayarak, diye bir tümce eklemek isterim buna.

Elinize alıp okuduğunuz bu minimal öyküler, tüm kısacıklıkları içinde derin bir zamanı kavramaya çalışıyorlar. Bu yüzden bu metinler boş kareli küçük boy bir deftere yazıldı. O karelerde anlatıcı yazar uzun bir süre birer dolambaç silueti gördü. Kurşun kalemle yazıldıkça çıkış yolu şekillendi. Sonra uzun bir süre bu metinler üstlerinden sargıların çözülmesini beklediler. Oysa anlatıcının benlik sargıları çoktan teni bırakmış, terk etmişti. Üstlerinde kahverengiden kızıla doğru izler taşıyarak.        

Not:  Poesis dergisinin 4.sayısından alınmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder