22 Kasım 2021 Pazartesi

JOHN FOWLES GİBİ YAZMAK

 




Yazarın temel sorunu estetik bir arayış. Bu yol uzun bir yürüyüş gerektiriyor. Yılgınlığa düşmeden yoluna devem etmesi her yazara ait bir başarı hikâyesi olmuyor ne yazık ki.  1995 yılında başlayan öykü serüvenim bu yüzden hala bir yürüyüş şeklinde kendini gösteriyor. Akışkan bir durum elbette. Karakterler, sesler kendini duyurunca, öykü kendini toplamaya başlıyor. Tıpkı bir damla gibi. Günlerce sesleri belleğimde taşıyorum. Her arkadaş ortamında arka planda kendini duyuruyor. Gündelik seslerin yanı sıra bir metindeki üst kurmaca gibi kendini toplamayı sürdürüyor.

John Fowles ile tanışıklığımız yaklaşık bir yıl öncesine dayanıyor. Yazar Murat Gülsoy’dan işitmiştim adını. Fowles’i okuduktan sonra, hocam Murat Gülsoy’un anlatı dünyasına kimi yerlerde nasıl da esin kaynağı olduğunu görmek heyecanlandırdı beni. Oturup Fowles’a altı aylık çıraklık ettim. Okunmamış kitabı olarak sadece Daniel Martin kaldı geriye. Okuduk sıra benim de Fowles’ın büyülü yazın dünyasının etkisinde kaldığımı fark ettim. Yazarların Fowles gibi yazmak derdi olamaz elbette. En azından yeni yazma deneyimleri için kapı aralayabilir düşüncesindeyim.

Fowles’ın her kitabında farklı bir tema var. Söz konusu bu farklı temayı farklı bir teknikle ele aldığını da görürüz Fowles’ın. Uzun felsefi sorgulamaların olduğu diyaloglar, düşle gerçeğin belirsizleştiği o sınırdan söz almalar, katilin zihninden bakma uğraşları, tarihten bilindik karakterlerin yaşam öykülerinin anlatıları, bir varlık olarak yazarın metinden dönüp okura bakması, roman karakterlerinin arasına karışması Fowles anlatısının en önemli özellikleri.

Altı ay sonra öğrenciliğimi Daniel Martin’i okuyana kadar askıya aldım. Bir yandan okuyor öte yandan öykü yazıyordum. Farkında olmadan öyküye bakışımın derinlik kazandığını gördüm. Daha geniş bakabiliyordum. Öykünün içindeki atmosfere takılıp kaldığım dönemler geride kalmıştı demek ki. Şimdi artık metnin dışından bakarak tıpkı Fowles anlatısında olduğu gibi şaşırtmalar da ekleyebiliyordum anlatılarıma. Ya da düşle gerçeğin o belirsiz yerinden yazabiliyordum.

Yazar poetikasını ararken mutlaka yeni bir form bulmak istiyor. Çeşitli denemelere girişiyor. Bazen bulduğunu sandığı anlatı biçemini, bir başka gün hemen rafa kaldırabiliyor. Temeli sağlam olmayan anlatı yerlemleri bu yüzden kalıcı olmuyor. Yazar o anlatı biçeminin arkasında da duramıyor zaten. Fowles’ın farklı yanı bu. Her metinde kendi anlatı biçemini sonuna kadar savunabilecek bir yazar kavrayışına sahip olduğunu gösteriyor. Bir yazar olarak, daha fazla estetik haz alarak okuyorsunuz bu yüzden yazarın kitaplarını.

Geçenlerde dosya göndermek istediğim bir yayınevi bana şu soruyu sordu. Son okuduğunuz beş kitap nedir? Fransız Teğmeninin Kadını ardından okuduğum diğer kitaplar Fowles anlatısına bir dipnottu. Başka kitaplar okumuş olsam da, hiç düşünmeden Fowles’ın beş kitabını yazıp gönderdim.

Her yazarın anlatı evreni, beni çok renkli ve şaşırtma dolu bir dil evrenine çağırıyor. Ama Fowles’ın anlatı evreninde derin bir gözlem, metne sızan doyurucu bir felsefi argüman var. Bu argüman roman boyunca anlatılır. Onu destekleyen ya da reddeden nenler de ortaya konur. Sonuca vardığınızda, ki bu bir yanılsama da olabilir, farkında olmadan okur olarak desteklediğiniz argümanının altının gevşek bir dolgu zeminden oluştuğunu fark edersiniz.

Fowles anlatıları bu yüzden okuru uzun bir hedonist okumalar için çağırmaz. Tersine telos’un ne olduğunu keşfetmek için episteme’yi kor gibi kucağınıza bırakır.

Felsefe okudum. Yıllar önce felsefeden edebiyata bir kapı bulup girdim. Tomris Uyar Varlık dergisinde çıraklık öykülerimden birini okuyup şöyle yazmıştı. Bir gün öykünün felsefeyi kaldıramayacağını anlarsa usta işi öyküler yazabilir. Kapalıydı metinlerim o sıra. Sayıklama şeklinde dile geliyordu. Böyle bir etkiyi bir kenara bırakırsak, sıkı metinlerden keyif aldığımı çok sonra Fowles okurken fark ettim. Bu metinler anlatısını dile getirirken öte yandan üst kurmaca dediğimiz bir başka anlatıyı var ediyordu. Felsefeden edebiyata gelmek, böylece dolgusu sıkı metinlerden etkilenmek anlamına geliyordu. Bu keşif, farkındalık, aydınlanma anı, sorudan soru çıkarma, metni tıptı Tractatus’taki gibi önermeden önerme çıkararak anlatı sanatında dile getirmek anlamına geliyordu. Anlatı sanatının sınırlarını genişletmek.

Bu yüzden olacak Bilge Karasu’nun da bulunduğu o Descartes ağaç dallarımdan birinde şimdi John Fowles yazıyor.       



1 Kasım 2021 Pazartesi

TEK BİR SORU / FERİT SÜRMELİ

 Ferit Sürmeli: Uykusuzlar'daki öyküler uykuyla uyanıklık arası olan o incecik çizgide parçaların tümünü birleştiriyor. Çok az kelimeyle kurgulanan, kısa kısa, kısacık ya da kıpkısa öyküler, yoğun ve anlaşılabilir bir dil, felsefi arka plan ile şekilleniyor. İnatçı ve kolay kolay kendini ele vermeyen bu tarz öyküleri kaleme alma sürecini paylaşır mısın?

Erkan Tuncay: 


Uykusuzlar’daki öykülere Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öykü ve sonrasında yazdığım öykülerden gelmiştim.  Kısa öykülerdi bunlar. Bu öykülerde benliğimi sarsan kimi anları yakalamaya çalıştım. Sonra uzun okumalar yaptım. Ferit Edgü’nün Binbir Hece adlı kitabı elime geçtiğinde yüzeysel olarak minimal öyküler üzerine düşünmüştüm. Ama söylemin bunca arılaşmış, saflaşmış halini ilk kez görüyordum. İçinde dünyalar barındıran bir an. Kısa, kısacık bir an kendini hemen okura vermiyordu. Çoklu okuma gerektiriyordu. Ya da en azından  belli bir ölçüde estetik beğeni gerektiriyordu. Okurun bunca aktif olduğu, yani tümcedeki anlatım hızına katıldığı, eylem ve mekânın dilde bunca az sözcükle yapılandırıldığı başka düzyazı türü yok.

Binbir Hece’nin elimden düşmediği o anlarda Hacettepe Üniversite Hastanesi ortopedi bölümünde uzun erimli bir sağaltım süreci yaşıyordum. Öykünün bana en çok yakın olduğu zamanlardı.  Çünkü ilk kez kendi benliğimi acıyla yunup yıkıyordum. Bu acıların içinden geçen başka benlikler de vardı. Ölüm önündeki eşitlik çarpıcıydı. Yaşa bakmıyordu. Burası işin öykü kısmı değildi. Ölüm ve acı karşısında servisteki öteki hastaların duruşları ilginç gelmişti bana.  Ölüm korkusu nasıl oluyorsa hırsı içine almıyordu. İnsanı o eski saflığa, çocukluğa getiriyordu. İşte o hastanede uykusuz geceler başladı. Ölümün pencere pervazına tutunup, keskin bakışını yönelttiği o koridorlarda uykusuzluk bir var olma biçimine dönüşüyordu. Sayıklamalar, elden kaçıp giden yaşama yazıklanmalar. Daha neler neler. Uykusuzluk anlarında bu kısacık metinleri kaleme aldım. Benliği soyutlayıp, en saf haliyle koydum. Çünkü yazdığım karakterler benden o an bunu talep ediyordu. O/Hakkari’de Bir Mevsim’e uzandığımda, artık derin varoluş anlarının içine girdiğimi fark ettim.

Ferit Edgü’deki doğu, benim için hastaneydi.  Benim karakterlerim bölüm 62’deki bana bir ‘doğu’ yaratmamı sağladılar. Eylem, konuşma biçimleri uykularımı kaçırıyordu. Onları kaçmış uykularında yakalıyordum. Koridorda uçtan uca giderken kapı eşiklerinde seslerine, yaşama tutunuş serüvenlerine tanıklık ediyordum. Garip bir paradoks. Bölüm 62’de hepimiz penceremizden ışığın eksildiğin görüyorduk. Başka bir biçimde de benlik gelişimi yaşıyorduk. Yani varlık dünyası azar azar yaşamımızdan çekilirken, başka biçimde benliğimizde kat ettiğimiz yol artıyordu. İnsanın kendini anlaması için varlık dünyasının siluetini bile yitirme korkusu yaşaması gerekiyor. Bu kendine gitmenin bir başka biçimi herhalde.

Uykusuzlar’daki karakterler bir tür uykusuzluk anında ‘uyanıyorlar’ diyebilirim. Uykusuzluğun böyle bir artısı var. Görmediğinizi görmeyi sağlaması ilginç bir şeydir. Uykusuzlar’daki kısacık metinlerde anlatıcı benin de ‘uyunmaları’ var. Bezen bunu bir baba figürü üstünden verdiği oluyor. Ya da bir anne çıkıp o kısacık metinlerin içinde süt veren memelerini yavrusuna mı, babaya mı verme şaşkınlığı yaşıyor.

Kemik gelmişimi, deri yarasının onması zamanla olabiliyor. Ama benliğin sargısı yok. Benliğe atel de uygulayamazsınız. Parol benlikte bir karşılık bulamaz. Ama bu yazım sürecinin benliğimde büyük bir karşılık bulduğunu söyleyebilirim. Koşarken dönüp kendime bakmış gibi hissettirdi. John Fowles Zaman Tüneli adlı kitabının bir yerinde, Tüm sanatların görevi, bir şekilde, toplumu genel olarak geliştirmektir, diyor. Doğru. Sanatçının kendisinden başlayarak, diye bir tümce eklemek isterim buna.

Elinize alıp okuduğunuz bu minimal öyküler, tüm kısacıklıkları içinde derin bir zamanı kavramaya çalışıyorlar. Bu yüzden bu metinler boş kareli küçük boy bir deftere yazıldı. O karelerde anlatıcı yazar uzun bir süre birer dolambaç silueti gördü. Kurşun kalemle yazıldıkça çıkış yolu şekillendi. Sonra uzun bir süre bu metinler üstlerinden sargıların çözülmesini beklediler. Oysa anlatıcının benlik sargıları çoktan teni bırakmış, terk etmişti. Üstlerinde kahverengiden kızıla doğru izler taşıyarak.        

Not:  Poesis dergisinin 4.sayısından alınmıştır.

UYKUSUZLAR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ

 

Çemile Cereb: Yaratmadığınız, yazamadığınız dönemler tedirginlik yaşıyor musunuz?

Erkan Tuncay: Evet tedirginlik yaşıyorum. Sadece tedirginlik değil. Genel anlamda yaşam renklerini yitiriyor. Gerginlik de ekleniyor buna.  Sanki varoluşum anlamını yitiriyor. Bu kopukluğu kinik bir felsefi açıklamayla mantıklı hale getirmek olanaklı olmuyor. Çünkü saçmanın içine düşüveriyorum.

En fenası yazar iç sesimi yitirdiğim zamanlarda yaşanıyor. Gerçek yaşam her yönüyle sizi kuşattığında oluyor bu. Bir tür kendini kurmacaya adayamama hali. Susan iç yazar sesi, gerçeklik yüzünden az daha ölecek, soluksuz kalacak duruma geliyor.

Bu bağlamda bir şey daha eklemek istiyorum. Hocam Bilge Karasu’nun sözüdür. “Yiğit yediğiyle, yazar okuduğuyla ayakta kalır.” Okumasız geçen zamanlarımda da aynı yabancılaşmayı yaşadığımı itiraf etmeliyim.  

C.C.: Yazın dünyasında eğitimin yanı sıra usta-çırak ilişkisin gerekli mi?

E.T.: İç görü kazanmak için, yazı atölyeleri açısından soruyorsanız, eğitim neden olmasın?  Yazar Murat Gülsoy’un dediği gibi, sanat eğitimi varsa; romanın, öykünün genel anlamda yaratıcı yazarlık eğitimi neden olmasın? Daha önce farklı düşünsem de en azından öykü, roman kurgusu içine bu tür eğitimlerle sızıvermek, yazar adayının ön öğrenmeleri konusunda birikim sağlayabilir. Eğer bu eğitim almaya hazır olduğunuz bir döneme denk gelirse çok verimli olur. En azından yazın sanatı üzerine derli toplu size bir bakış açısı kazandırır.

Usta-çırak ilişkisine gelince. Benim burada kabul ettiğim tek tür usta-çırak ilişkisi edebiyata yeni bir biçem, ses katan kitaplara yaptığımız çıraklıktır. Bu çıraklık tutkusuna sadık kalarak kurmacanın yanı sıra söylemi keşfetmeyi, bozup yeniden yaratmayı iş ediniyorum.  Örneğin en son yazar John Fowles’e  altı ay boyunca çıraklık ettim. İnanılmaz kaotik bir süreçti. Bir o kadar keyifli. Dış dünyadan pılımı pırtımı toplayıp bu süre içinde Fowles’ın yazı evrenine yerleştim. Hele Fransız Teğmenin Kadını’nı okuması sırasında çıraklığımın doruk noktasına ulaştım diyebilirim.

C.C.: Yerelden evrensele edebiyatın bugün geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

E.T.: Yerel olsun evrensel olsun edebiyatın geldiği noktayı olumlu değerlendiriyorum. Çünkü artık metinlerarasılık, üst-kurmaca kavramlarının edebiyata dâhil olduğuna tanıklık ettik. Yanı sıra yazarların çeşitli söylem türleriyle tanıştık, tanışıyoruz. Son yıllarda kurmaca- dil ilişkisini daha iyi görebileceğimiz yapıtlar kazandık.

Edebiyatın ‘küçük insanı’ anlatması konusunda epeyce ustalaştığını iddia edebilirim. Bunu yaparken de siyaset felsefesi, etik, ontoloji, estetik açısından da felsefece yeni bakışlar kazandırdığını bile söyleme cesareti gösterebilirim. Bunlar edebiyatın şu anki durumuna iyimser bakmaya yeterli olabilir.

Yerel edebiyat bağlamında bir şey daha söylemek istiyorum. Kulakları çınlasın şair Dolunay Aker’in bu konuya ilişkin söylediği, 1950 kuşağı edebiyatının gölgesini hala üstümüzde hissetmek ayrıca tartışılabilecek bir başka konu olabilir, diye düşünüyorum.


NOT: Bu söyleşi Poesis dergisinin 4.sayısında yayınlanmıştır.