Yazarın temel sorunu estetik bir arayış. Bu yol uzun bir yürüyüş gerektiriyor. Yılgınlığa düşmeden yoluna devem etmesi her yazara ait bir başarı hikâyesi olmuyor ne yazık ki. 1995 yılında başlayan öykü serüvenim bu yüzden hala bir yürüyüş şeklinde kendini gösteriyor. Akışkan bir durum elbette. Karakterler, sesler kendini duyurunca, öykü kendini toplamaya başlıyor. Tıpkı bir damla gibi. Günlerce sesleri belleğimde taşıyorum. Her arkadaş ortamında arka planda kendini duyuruyor. Gündelik seslerin yanı sıra bir metindeki üst kurmaca gibi kendini toplamayı sürdürüyor.
John Fowles ile tanışıklığımız yaklaşık bir yıl öncesine dayanıyor. Yazar Murat Gülsoy’dan işitmiştim adını. Fowles’i okuduktan sonra, hocam Murat Gülsoy’un anlatı dünyasına kimi yerlerde nasıl da esin kaynağı olduğunu görmek heyecanlandırdı beni. Oturup Fowles’a altı aylık çıraklık ettim. Okunmamış kitabı olarak sadece Daniel Martin kaldı geriye. Okuduk sıra benim de Fowles’ın büyülü yazın dünyasının etkisinde kaldığımı fark ettim. Yazarların Fowles gibi yazmak derdi olamaz elbette. En azından yeni yazma deneyimleri için kapı aralayabilir düşüncesindeyim.
Fowles’ın her kitabında farklı bir tema var. Söz konusu bu farklı temayı farklı bir teknikle ele aldığını da görürüz Fowles’ın. Uzun felsefi sorgulamaların olduğu diyaloglar, düşle gerçeğin belirsizleştiği o sınırdan söz almalar, katilin zihninden bakma uğraşları, tarihten bilindik karakterlerin yaşam öykülerinin anlatıları, bir varlık olarak yazarın metinden dönüp okura bakması, roman karakterlerinin arasına karışması Fowles anlatısının en önemli özellikleri.
Altı ay sonra öğrenciliğimi Daniel Martin’i okuyana kadar askıya aldım. Bir yandan okuyor öte yandan öykü yazıyordum. Farkında olmadan öyküye bakışımın derinlik kazandığını gördüm. Daha geniş bakabiliyordum. Öykünün içindeki atmosfere takılıp kaldığım dönemler geride kalmıştı demek ki. Şimdi artık metnin dışından bakarak tıpkı Fowles anlatısında olduğu gibi şaşırtmalar da ekleyebiliyordum anlatılarıma. Ya da düşle gerçeğin o belirsiz yerinden yazabiliyordum.
Yazar poetikasını ararken mutlaka yeni bir form bulmak istiyor. Çeşitli denemelere girişiyor. Bazen bulduğunu sandığı anlatı biçemini, bir başka gün hemen rafa kaldırabiliyor. Temeli sağlam olmayan anlatı yerlemleri bu yüzden kalıcı olmuyor. Yazar o anlatı biçeminin arkasında da duramıyor zaten. Fowles’ın farklı yanı bu. Her metinde kendi anlatı biçemini sonuna kadar savunabilecek bir yazar kavrayışına sahip olduğunu gösteriyor. Bir yazar olarak, daha fazla estetik haz alarak okuyorsunuz bu yüzden yazarın kitaplarını.
Geçenlerde dosya göndermek istediğim bir yayınevi bana şu soruyu sordu. Son okuduğunuz beş kitap nedir? Fransız Teğmeninin Kadını ardından okuduğum diğer kitaplar Fowles anlatısına bir dipnottu. Başka kitaplar okumuş olsam da, hiç düşünmeden Fowles’ın beş kitabını yazıp gönderdim.
Her yazarın anlatı evreni, beni çok renkli ve şaşırtma dolu bir dil evrenine çağırıyor. Ama Fowles’ın anlatı evreninde derin bir gözlem, metne sızan doyurucu bir felsefi argüman var. Bu argüman roman boyunca anlatılır. Onu destekleyen ya da reddeden nenler de ortaya konur. Sonuca vardığınızda, ki bu bir yanılsama da olabilir, farkında olmadan okur olarak desteklediğiniz argümanının altının gevşek bir dolgu zeminden oluştuğunu fark edersiniz.
Fowles anlatıları bu yüzden okuru uzun bir hedonist okumalar için çağırmaz. Tersine telos’un ne olduğunu keşfetmek için episteme’yi kor gibi kucağınıza bırakır.
Felsefe okudum. Yıllar önce felsefeden edebiyata bir kapı bulup girdim. Tomris Uyar Varlık dergisinde çıraklık öykülerimden birini okuyup şöyle yazmıştı. Bir gün öykünün felsefeyi kaldıramayacağını anlarsa usta işi öyküler yazabilir. Kapalıydı metinlerim o sıra. Sayıklama şeklinde dile geliyordu. Böyle bir etkiyi bir kenara bırakırsak, sıkı metinlerden keyif aldığımı çok sonra Fowles okurken fark ettim. Bu metinler anlatısını dile getirirken öte yandan üst kurmaca dediğimiz bir başka anlatıyı var ediyordu. Felsefeden edebiyata gelmek, böylece dolgusu sıkı metinlerden etkilenmek anlamına geliyordu. Bu keşif, farkındalık, aydınlanma anı, sorudan soru çıkarma, metni tıptı Tractatus’taki gibi önermeden önerme çıkararak anlatı sanatında dile getirmek anlamına geliyordu. Anlatı sanatının sınırlarını genişletmek.
Bu yüzden olacak Bilge Karasu’nun da bulunduğu o Descartes ağaç dallarımdan birinde şimdi John Fowles yazıyor.