KEN: Fasit Daire-Erkan Tuncay: ‘derken gözlerimizle akarız ırmağa raslantı ve o kutsal denge, bilsin, tarih bilsin! kendimi inka...
21 Aralık 2021 Salı
BARBARLARI BEKLERKEN: Fasit Daire-Erkan Tuncay
KEN: Fasit Daire-Erkan Tuncay: ‘derken gözlerimizle akarız ırmağa raslantı ve o kutsal denge, bilsin, tarih bilsin! kendimi inka...
1 Aralık 2021 Çarşamba
SORULU YAZARLAR KUMPANYASI
1) Yazar yazı ideasına nasıl ulaşır?
Yazar, yazı yaza yaza yazı ideasına ulaşır. Okuya okuya da okuma ideasına. Bu iki süreç birbirini tamamlar. Birbirinden çıkan öncül gibidirler. Yazmak okumayı doğurur, yutar. Sonra okumak, yazmayı.
2) Yazar okumadan yazabilir mi?
Yazabilir. Yazmak her zaman bir olanaktır. Ama bir estetik yapı ortaya koyması zorlaşır.
3) Yazar başka yazarı kıskanır mı?
Kıskanır. Yine de ustalaştıkça kıskanma dürtüsünü ehlileştirir. Bu dürtü gün gelir başka yapıtlar ortaya kayma enerjisinin temel dayanağı olur. Kendine dönük kıskançlık, zamanla yazar yapıtının öteki yapıtı kıskanması biçiminde var olur.
4) Yazmayı bırakan yazar delirir mi?
Delirmez. Yazı yazarı er geç bulur. Bir yazı yazarını aramak için kafesten uçar çünkü.
5) Yazmak eylemi kıskanç mıdır?
Evet kıskançtır. Yazmak eylemi, ‘Hiçbir şeyde gözüm yok! Sen yanımda ol yeter!’ halidir çünkü. Bu yüzden yazı yalnızlığa gelir.
6) Mutlu yazar var mıdır?
Mutlu yazı yoktur ki, mutlu yazar olsun. Yazı bir şeyi ortaya koymadır. Yazar ortaya koyarken, öte yandan da bir şey çıkarır. Eler. Elenenler arasında mutluluğun da olduğu söylenir.
7) Öykü yazının nesidir?
Öykü yazının gören gözü, roman söyleyen dilidir. Öykünün kısalığı gördüğünü azla söylemeyi bilmesinden gelir. Roman uzunluğu söyleme ustalığından. Burada söz arı görmeyi artık aşmıştır.
8) Yazar neden susar?
Yazar toplumun aktöresiyle, siyasasıyla uzlaşınca susar. Çünkü başka benleri içselleştirmiştir. Özgün karakterleri kitaplarından salmıştır.
9) Yazmak bir reddetme hali midir?
Öyledir. Yazar yaşadığı gerçek atmosferi reddeder. Onun yerine bir ütopya sunar.
10) Yazarın ütopyası nedir?
Yazarın ütopyası kraterlerin yer aldığı kitaplarıdır.
11) Kurgu yazarın sırça köşkü müdür?
Hayır değildir. Yazarın sırça köşkü yoktur. Yazar sabah uyanır ve sıradan ‘küçük’ insanın arasına karışır.
12) Yazının temel taşı ne olsa yeridir?
Yazmak eylemi, insanı odağına alır. Onun üzerine söz söyleme sanatıdır çünkü. Bu onu o yapan şeydir.
13) Yazı evreni yazarın doğaüstü müdür?
Yazı evreni yazarın değil toplumun doğa üstüdür. İdealidir. Bir gün gerçekleşmeyi bekler.
14) Yazmak, yaşamın aşırısı mıdır?
Bazen öyledir. Çünkü şimdinin gidebileceği aşırılıkları kaleme alır yazar.
15) Yazmak mı, yaşamak mı?
İkisi de. Yazar yazarken yaşar, yaşarken yazar. Eylemin iki yüzü vardır yazarda.
16) Yazı yazarın turası mıdır yazısı mıdır?
Hiçbiri. Yazı yazarın attığı paranın dik gelebilme olasılığıdır. Yazar bunun kurguda olanaklı olduğunu gösterir.
17) Çok satmak mı? Okunmak mı?
Okunmak elbette. Metnin güttüğü okurların bol olsun, dileği bu yüzden çok önemlidir.
18) ‘Metnin güttüğü okur’ ne demektir?
Metni alımlayandır. Metnin kurmaca, üst kurmaca katına çıkabilen donanımlı okurdur.
19) Yazar yaşadığını mı yazar, yazdığını mı yaşar? Her ikisi de. Nasıl yaşamın kendi kaderini tayin hakkı varsa, yazının da kendi kaderini tayin hakkı vardır. Yazı gerçek olmak idealini hep içinde taşır.
20) Yazmak eyleminin telosu nedir?
Kurgu hep bir gün gerçekleşmek isteğini kafasında kurar. Kimi zaman yaşam kafasında hep kurgu olmak isteğini taşır.
21) Kapalı anlatım mı açık mı?
Kapalı. Kapalı anlatımda hep okuru geliştiren bir yan vardır. Buldurur. Açık anlatım ise hazırlop önüne koyar.
22) Yazar kime denir?
Yazmayı sayrı sınırında yaşayan kişiye denir. Yazan, bozan eyleminin taşıyıcısıdır yazar.
23) Öykü yazarın neresine bakar?
Öykü yazarın kuyumcu titizliğine, arılaşan diline bakar.
24) Öykü yazının neresinden bakar?
Yazının dışarıya açılan penceresinden bakar.
25) Usta yazar kimdir?
Usta yazar usta işi okumalar yapan, insan denen yumağın ipucunu bulandır.
26) Yazar empat mıdır?
Kesinlikle. Duygu çekim merkezi de diyebiliriz.
27) Her kurgu bir belirleme midir? Belirlemedir. Yaşamın geleceğine geçmişten bakarak ışık tutar.
28) Yazın bir hafıza mıdır?
Bir insan yaşamı hafızasıdır. Buradan kolaylıkla tarihe gidebilir, insanlık fotoğrafları albümüne ulaşabilirsiniz.
29) Yazın kıskanç bir tür müdür?
Evet kesinlikle. Yazarın başka şeyle uğraşmasına olanak tanımaz. Tersi bir durumda yazın yazarı unutur. Hıncını ondan böylece almış olur.
22 Kasım 2021 Pazartesi
JOHN FOWLES GİBİ YAZMAK
Yazarın temel sorunu estetik bir arayış. Bu yol uzun bir yürüyüş gerektiriyor. Yılgınlığa düşmeden yoluna devem etmesi her yazara ait bir başarı hikâyesi olmuyor ne yazık ki. 1995 yılında başlayan öykü serüvenim bu yüzden hala bir yürüyüş şeklinde kendini gösteriyor. Akışkan bir durum elbette. Karakterler, sesler kendini duyurunca, öykü kendini toplamaya başlıyor. Tıpkı bir damla gibi. Günlerce sesleri belleğimde taşıyorum. Her arkadaş ortamında arka planda kendini duyuruyor. Gündelik seslerin yanı sıra bir metindeki üst kurmaca gibi kendini toplamayı sürdürüyor.
John Fowles ile tanışıklığımız yaklaşık bir yıl öncesine dayanıyor. Yazar Murat Gülsoy’dan işitmiştim adını. Fowles’i okuduktan sonra, hocam Murat Gülsoy’un anlatı dünyasına kimi yerlerde nasıl da esin kaynağı olduğunu görmek heyecanlandırdı beni. Oturup Fowles’a altı aylık çıraklık ettim. Okunmamış kitabı olarak sadece Daniel Martin kaldı geriye. Okuduk sıra benim de Fowles’ın büyülü yazın dünyasının etkisinde kaldığımı fark ettim. Yazarların Fowles gibi yazmak derdi olamaz elbette. En azından yeni yazma deneyimleri için kapı aralayabilir düşüncesindeyim.
Fowles’ın her kitabında farklı bir tema var. Söz konusu bu farklı temayı farklı bir teknikle ele aldığını da görürüz Fowles’ın. Uzun felsefi sorgulamaların olduğu diyaloglar, düşle gerçeğin belirsizleştiği o sınırdan söz almalar, katilin zihninden bakma uğraşları, tarihten bilindik karakterlerin yaşam öykülerinin anlatıları, bir varlık olarak yazarın metinden dönüp okura bakması, roman karakterlerinin arasına karışması Fowles anlatısının en önemli özellikleri.
Altı ay sonra öğrenciliğimi Daniel Martin’i okuyana kadar askıya aldım. Bir yandan okuyor öte yandan öykü yazıyordum. Farkında olmadan öyküye bakışımın derinlik kazandığını gördüm. Daha geniş bakabiliyordum. Öykünün içindeki atmosfere takılıp kaldığım dönemler geride kalmıştı demek ki. Şimdi artık metnin dışından bakarak tıpkı Fowles anlatısında olduğu gibi şaşırtmalar da ekleyebiliyordum anlatılarıma. Ya da düşle gerçeğin o belirsiz yerinden yazabiliyordum.
Yazar poetikasını ararken mutlaka yeni bir form bulmak istiyor. Çeşitli denemelere girişiyor. Bazen bulduğunu sandığı anlatı biçemini, bir başka gün hemen rafa kaldırabiliyor. Temeli sağlam olmayan anlatı yerlemleri bu yüzden kalıcı olmuyor. Yazar o anlatı biçeminin arkasında da duramıyor zaten. Fowles’ın farklı yanı bu. Her metinde kendi anlatı biçemini sonuna kadar savunabilecek bir yazar kavrayışına sahip olduğunu gösteriyor. Bir yazar olarak, daha fazla estetik haz alarak okuyorsunuz bu yüzden yazarın kitaplarını.
Geçenlerde dosya göndermek istediğim bir yayınevi bana şu soruyu sordu. Son okuduğunuz beş kitap nedir? Fransız Teğmeninin Kadını ardından okuduğum diğer kitaplar Fowles anlatısına bir dipnottu. Başka kitaplar okumuş olsam da, hiç düşünmeden Fowles’ın beş kitabını yazıp gönderdim.
Her yazarın anlatı evreni, beni çok renkli ve şaşırtma dolu bir dil evrenine çağırıyor. Ama Fowles’ın anlatı evreninde derin bir gözlem, metne sızan doyurucu bir felsefi argüman var. Bu argüman roman boyunca anlatılır. Onu destekleyen ya da reddeden nenler de ortaya konur. Sonuca vardığınızda, ki bu bir yanılsama da olabilir, farkında olmadan okur olarak desteklediğiniz argümanının altının gevşek bir dolgu zeminden oluştuğunu fark edersiniz.
Fowles anlatıları bu yüzden okuru uzun bir hedonist okumalar için çağırmaz. Tersine telos’un ne olduğunu keşfetmek için episteme’yi kor gibi kucağınıza bırakır.
Felsefe okudum. Yıllar önce felsefeden edebiyata bir kapı bulup girdim. Tomris Uyar Varlık dergisinde çıraklık öykülerimden birini okuyup şöyle yazmıştı. Bir gün öykünün felsefeyi kaldıramayacağını anlarsa usta işi öyküler yazabilir. Kapalıydı metinlerim o sıra. Sayıklama şeklinde dile geliyordu. Böyle bir etkiyi bir kenara bırakırsak, sıkı metinlerden keyif aldığımı çok sonra Fowles okurken fark ettim. Bu metinler anlatısını dile getirirken öte yandan üst kurmaca dediğimiz bir başka anlatıyı var ediyordu. Felsefeden edebiyata gelmek, böylece dolgusu sıkı metinlerden etkilenmek anlamına geliyordu. Bu keşif, farkındalık, aydınlanma anı, sorudan soru çıkarma, metni tıptı Tractatus’taki gibi önermeden önerme çıkararak anlatı sanatında dile getirmek anlamına geliyordu. Anlatı sanatının sınırlarını genişletmek.
Bu yüzden olacak Bilge Karasu’nun da bulunduğu o Descartes ağaç dallarımdan birinde şimdi John Fowles yazıyor.
1 Kasım 2021 Pazartesi
TEK BİR SORU / FERİT SÜRMELİ
Ferit Sürmeli: Uykusuzlar'daki öyküler uykuyla uyanıklık arası olan o incecik çizgide parçaların tümünü birleştiriyor. Çok az kelimeyle kurgulanan, kısa kısa, kısacık ya da kıpkısa öyküler, yoğun ve anlaşılabilir bir dil, felsefi arka plan ile şekilleniyor. İnatçı ve kolay kolay kendini ele vermeyen bu tarz öyküleri kaleme alma sürecini paylaşır mısın?
Erkan Tuncay:
Uykusuzlar’daki öykülere Düşler/Öyküler dergisinde yayınlanan Kış adlı öykü ve sonrasında yazdığım öykülerden gelmiştim. Kısa öykülerdi bunlar. Bu öykülerde benliğimi sarsan kimi anları yakalamaya çalıştım. Sonra uzun okumalar yaptım. Ferit Edgü’nün Binbir Hece adlı kitabı elime geçtiğinde yüzeysel olarak minimal öyküler üzerine düşünmüştüm. Ama söylemin bunca arılaşmış, saflaşmış halini ilk kez görüyordum. İçinde dünyalar barındıran bir an. Kısa, kısacık bir an kendini hemen okura vermiyordu. Çoklu okuma gerektiriyordu. Ya da en azından belli bir ölçüde estetik beğeni gerektiriyordu. Okurun bunca aktif olduğu, yani tümcedeki anlatım hızına katıldığı, eylem ve mekânın dilde bunca az sözcükle yapılandırıldığı başka düzyazı türü yok.
Binbir Hece’nin
elimden düşmediği o anlarda Hacettepe Üniversite Hastanesi ortopedi bölümünde
uzun erimli bir sağaltım süreci yaşıyordum. Öykünün bana en çok yakın olduğu
zamanlardı. Çünkü ilk kez kendi
benliğimi acıyla yunup yıkıyordum. Bu acıların içinden geçen başka benlikler de
vardı. Ölüm önündeki eşitlik çarpıcıydı. Yaşa bakmıyordu. Burası işin öykü
kısmı değildi. Ölüm ve acı karşısında servisteki öteki hastaların duruşları
ilginç gelmişti bana. Ölüm korkusu nasıl
oluyorsa hırsı içine almıyordu. İnsanı o eski saflığa, çocukluğa getiriyordu.
İşte o hastanede uykusuz geceler başladı. Ölümün pencere pervazına tutunup, keskin
bakışını yönelttiği o koridorlarda uykusuzluk bir var olma biçimine
dönüşüyordu. Sayıklamalar, elden kaçıp giden yaşama yazıklanmalar. Daha neler
neler. Uykusuzluk anlarında bu kısacık metinleri kaleme aldım. Benliği soyutlayıp,
en saf haliyle koydum. Çünkü yazdığım karakterler benden o an bunu talep
ediyordu. O/Hakkari’de Bir Mevsim’e
uzandığımda, artık derin varoluş anlarının içine girdiğimi fark ettim.
Ferit Edgü’deki doğu, benim için hastaneydi. Benim karakterlerim bölüm 62’deki bana bir ‘doğu’
yaratmamı sağladılar. Eylem, konuşma biçimleri uykularımı kaçırıyordu. Onları
kaçmış uykularında yakalıyordum. Koridorda uçtan uca giderken kapı eşiklerinde
seslerine, yaşama tutunuş serüvenlerine tanıklık ediyordum. Garip bir paradoks.
Bölüm 62’de hepimiz penceremizden ışığın eksildiğin görüyorduk. Başka bir
biçimde de benlik gelişimi yaşıyorduk. Yani varlık dünyası azar azar
yaşamımızdan çekilirken, başka biçimde benliğimizde kat ettiğimiz yol
artıyordu. İnsanın kendini anlaması için varlık dünyasının siluetini bile
yitirme korkusu yaşaması gerekiyor. Bu kendine gitmenin bir başka biçimi
herhalde.
Uykusuzlar’daki
karakterler bir tür uykusuzluk anında ‘uyanıyorlar’ diyebilirim. Uykusuzluğun
böyle bir artısı var. Görmediğinizi görmeyi sağlaması ilginç bir şeydir. Uykusuzlar’daki kısacık metinlerde
anlatıcı benin de ‘uyunmaları’ var. Bezen bunu bir baba figürü üstünden verdiği
oluyor. Ya da bir anne çıkıp o kısacık metinlerin içinde süt veren memelerini
yavrusuna mı, babaya mı verme şaşkınlığı yaşıyor.
Kemik gelmişimi, deri yarasının onması zamanla olabiliyor.
Ama benliğin sargısı yok. Benliğe atel de uygulayamazsınız. Parol benlikte bir
karşılık bulamaz. Ama bu yazım sürecinin benliğimde büyük bir karşılık
bulduğunu söyleyebilirim. Koşarken dönüp kendime bakmış gibi hissettirdi. John
Fowles Zaman Tüneli adlı kitabının bir
yerinde, Tüm sanatların görevi, bir şekilde, toplumu genel olarak
geliştirmektir, diyor. Doğru. Sanatçının kendisinden başlayarak, diye bir tümce
eklemek isterim buna.
UYKUSUZLAR ÜSTÜNE SÖYLEŞİ
Çemile Cereb: Yaratmadığınız, yazamadığınız dönemler
tedirginlik yaşıyor musunuz?
Erkan Tuncay: Evet tedirginlik yaşıyorum. Sadece tedirginlik
değil. Genel anlamda yaşam renklerini yitiriyor. Gerginlik de ekleniyor
buna. Sanki varoluşum anlamını
yitiriyor. Bu kopukluğu kinik bir felsefi açıklamayla mantıklı hale getirmek olanaklı
olmuyor. Çünkü saçmanın içine düşüveriyorum.
En fenası yazar iç sesimi yitirdiğim zamanlarda
yaşanıyor. Gerçek yaşam her yönüyle sizi kuşattığında oluyor bu. Bir tür
kendini kurmacaya adayamama hali. Susan iç yazar sesi, gerçeklik yüzünden az
daha ölecek, soluksuz kalacak duruma geliyor.
Bu bağlamda bir şey daha eklemek istiyorum. Hocam
Bilge Karasu’nun sözüdür. “Yiğit yediğiyle, yazar okuduğuyla ayakta kalır.”
Okumasız geçen zamanlarımda da aynı yabancılaşmayı yaşadığımı itiraf etmeliyim.
C.C.: Yazın dünyasında eğitimin yanı sıra usta-çırak
ilişkisin gerekli mi?
E.T.: İç görü kazanmak için, yazı atölyeleri açısından
soruyorsanız, eğitim neden olmasın?
Yazar Murat Gülsoy’un dediği gibi, sanat eğitimi varsa; romanın, öykünün
genel anlamda yaratıcı yazarlık eğitimi neden olmasın? Daha önce farklı
düşünsem de en azından öykü, roman kurgusu içine bu tür eğitimlerle sızıvermek,
yazar adayının ön öğrenmeleri konusunda birikim sağlayabilir. Eğer bu eğitim almaya
hazır olduğunuz bir döneme denk gelirse çok verimli olur. En azından yazın
sanatı üzerine derli toplu size bir bakış açısı kazandırır.
Usta-çırak ilişkisine gelince. Benim burada kabul
ettiğim tek tür usta-çırak ilişkisi edebiyata yeni bir biçem, ses katan
kitaplara yaptığımız çıraklıktır. Bu çıraklık tutkusuna sadık kalarak kurmacanın
yanı sıra söylemi keşfetmeyi, bozup yeniden yaratmayı iş ediniyorum. Örneğin en son yazar John Fowles’e altı ay boyunca çıraklık ettim. İnanılmaz
kaotik bir süreçti. Bir o kadar keyifli. Dış dünyadan pılımı pırtımı toplayıp bu
süre içinde Fowles’ın yazı evrenine yerleştim. Hele Fransız Teğmenin Kadını’nı okuması sırasında çıraklığımın doruk
noktasına ulaştım diyebilirim.
C.C.: Yerelden evrensele edebiyatın bugün geldiği
noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
E.T.: Yerel olsun evrensel olsun edebiyatın geldiği
noktayı olumlu değerlendiriyorum. Çünkü artık metinlerarasılık, üst-kurmaca
kavramlarının edebiyata dâhil olduğuna tanıklık ettik. Yanı sıra yazarların
çeşitli söylem türleriyle tanıştık, tanışıyoruz. Son yıllarda kurmaca- dil
ilişkisini daha iyi görebileceğimiz yapıtlar kazandık.
Edebiyatın ‘küçük insanı’ anlatması konusunda epeyce
ustalaştığını iddia edebilirim. Bunu yaparken de siyaset felsefesi, etik,
ontoloji, estetik açısından da felsefece yeni bakışlar kazandırdığını bile
söyleme cesareti gösterebilirim. Bunlar edebiyatın şu anki durumuna iyimser
bakmaya yeterli olabilir.
Yerel edebiyat bağlamında bir şey daha söylemek
istiyorum. Kulakları çınlasın şair Dolunay Aker’in bu konuya ilişkin söylediği,
1950 kuşağı edebiyatının gölgesini hala üstümüzde
hissetmek ayrıca tartışılabilecek bir başka konu olabilir, diye
düşünüyorum.
NOT: Bu söyleşi Poesis dergisinin 4.sayısında yayınlanmıştır.