Her ne kadar anlatıcı Claudia’nın ne dediklerini
merak etsek de En Mavi Göz adlı kitap
Pecola
’yı anlatıyor. Pecola’nın içine doğmuş olduğu verili değerlerce nasıl paramparça edildiğini gözler önüne seriyor. Çünkü Sula adlı kitabında da görsel bir anlatım dili var Morrison’un.
’yı anlatıyor. Pecola’nın içine doğmuş olduğu verili değerlerce nasıl paramparça edildiğini gözler önüne seriyor. Çünkü Sula adlı kitabında da görsel bir anlatım dili var Morrison’un.
En
Mavi Göz bir ilk kitap. Bu kitabın neyi başarıp
başarmadığını büyük bir içtenlikle kitabın sonundaki Sönsöz’de dile getiriyor yazar. Sula’da
da roman üstüne söz almıştı Morrison. Bu söz almalar, yazarın yazdığı kitapla,
kitabın anlatımıyla arasındaki bağı ya da kopuşu dile getirmesi açısından
önemli. Metnin neyi başarıp başarmadığını, okurdaki karşılığının ne olduğu veya
olabileceğinin ipuçlarını da veriyor. Pecola’nın yaşadığı tacizi okurken, yazarın
söylediği gibi, acıma konforunu düşmüyoruz. Yazar anlatım diliyle bu yolun önünü kapamış oluyor.
Pecol’ya acımıyorsunuz. Bu duyguyu Raskolnikov’un baltayı havaya kaldırdığında
da hissetmiş olmalıyım. Yazar okurun eline baltayı tutturuyor. Bulantıyı o
şekilde sağlıyor. Varoluşun boşluklarına düşme, ardından düşünmeyi, soru
sormayı getiriyor. Burada da aynısı oldu. Pecola’nın babası tarafından uğradığı
taciz anlatılırken öyle itici geliyor ki, soğuk buz gibi bir metalin teninizi
kestiğini hissediyorsunuz. Buza kesen bir dilin buharı tüterken, olana yaptığınız
tanıklık içinizi dondurup öylece bırakıyor sizi.
Bir romanın sizi çağırması ne demektir?
Yanılsama da olsa kendinizi romanın içinde
hissederek, onun bir parçası olarak romanın atmosferini solumak. Bu sorunun
yanıtı bu olsa gerek.
Bu kitabında da Morrison’un beni çağıran sesine
kulak verdim.
Vermesem yabancılığım beni paramparça edebilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder