Sayın
Editör,
Günlük
yaşam, araya girdiğinde kurmacanın sesini yitirdiğiniz oluyor kimi zaman.
Kurguyu gereksinmeyecek ölçüde şaşırtıcı bir yaşamdan söz ediyorum. Bu bir
yazar için başlı başına krizdir. Yazar iç sesini, öykü sesini yitirmiştir. O
zaman bir düş içinde bulur kendini. Gördüklerini bir ses ile olsun, bir öyküde
var edemez. Edemeyince -artık- kendi yazar sesini de yitirmektedir. Yaşamın
sunduğu algı yanılması başta sürükleyicidir. Yaşamın gündelik kaygılarını
dindirmektedir. Yine de eksik bir şey vardır. Yazar kendine yabancılaşmıştır.
Buna David Constantine, Kendini kaybetme, diyor. Yazar kendini kaybetmiştir. O
zaman yaşamın kıyısına bir konuk olarak yerleşmiştir. Onu kendine bir türlü mal
edemez. Kendini yaşama da kattığı görülmemiştir. Günler böyle geçer. Sadece
okursunuz. Kimi zaman bir iki satırın altını çizdiğiniz de olur. Okumanın da
iyileştirici bir gücü vardır. Yazar yazmadan, bir okur olarak yaşamını
sürdürebilir. Yine de içten içe duyulan bir eksikliği gittiği her yere götürür.
Aradığı nedir? En güzel arkadaş ortamında bile aşamadığı kekremsi bir tat
vardır. Kendini kıyıda -bilerek- tutması bu yüzdendir. Hani arkadaşlar erken
gitse de, öyküye kaldığım yerden devam edeyim, huzursuzluğu değil söz konusu
olan. Kendini ortama bir türlü katamamaktır. Bir tür varoluşun kendini açmaması
durumu. Çünkü yazar öykü sesini yitirmiştir. Onun bu sesi bulması için daha çok
zaman vardır.
Ozan ve kısa
öykü yazarı David Constantine’ye ait Oggito’dan ilk okuduğum, “Kısa Öykü ve
Bilmemenin Gücü” başlıklı yazısı oldu. Yazıyı çok beğendim. Sonra merak ettim.
Yazarın (ozanın?) Türkçe’ye çevrilmiş kitabı var mıdır diye. Başka Bir Ülkede adlı öykü kitabı Metis
yayınlarından çıkmış. Bir öykü yazarı olarak bu kitabı ıskalamış olmak beni
üzdü açıkçası. Constantine, bu ses yitirme
konusunda şunları söylüyor.
“Somut bir
imgenin yanı sıra, hikâyeyi ve içindeki bir ya da daha fazla karakteri
anlatabilmek içine bir sese, bir ses tonuna ihtiyacım olur. Ve şanslıysam, bu
sesi ilkin ritim olarak duyarım, bir vurgu, bir aksan olarak belki ve sonra
şansım yaver giderse o sesin anlatıcı ya da karakter olarak söyleyebileceği
bazı sözcükleri, bir iki cümleyi duyabilirim. O zaman bunu riske etmeye hazır
olurum ve bir başlangıç yapabilirim.”
Sayın
Editör,
Size uzun
bir süredir öykü başlangıçlarımı yitirdim, diyebilirim. Bu durumu daha iyi
açıklayabilmek için yine Constantine’nin yazısından bir alıntı daha yapmam
gerekiyor.
“O sesi
kaybettiğimde, onu yeterince yakından dinleyemediğimde ve gerçek sesin,
hikâyeye uyacak tek sesin kaçıp gitmesine izin verdiğimde kendi yolumu da
kaybetmiş olurum.”
Anlamışsınızdır.
Uzundur yolumu kaybettim. Gerçek acıtıcıydı. Böyle bir bilinçle içinizdeki
anlatıcı sese yabancılaşmak, onun olmadığı bir güne uyanmak öyle kolay olmuyor.
Kendinizi kaybetmiş oluyorsunuz. Bu yitirişin ince sızısını hiçbir şey
dindirmiyor.
Bu susan ses
en son, Ruh İkiziniz Ruhi adlı öyküde
bırakıp gitmişti beni. O öykü sevildi sanırım. Dünyanın Öyküsü dergisinde yayınlandı. Sonra Karahindiba dergi editörü, o anlatıma yakın bir öykü istedi. (Yazık
ki kapandı şimdi o güzel dergi.) Sonra Bir
Yudum Kitap sitesi okurlarıyla paylaştı Ruh
İkiziniz Ruhi’yi. Wattpad’te de yayınlanıp paylaşıldığını gördüm öykünün. O
ses, beni o öyküde bırakıp gitmişti.
Şimdi o sesi
yeniden buldum. Sanki böyle bir şeyi hiç yaşamamıştım. Yaşlanmıştım ya da.
Kalkıp bir deniz kıyısına gitmiş, oradan da hiç geri dönmemiştim.
Kapanmıştım. O ses derken, “Kastettiğim, mistik ya da gizemli bir şey
değil.” Yaşamı tek bir ses, ton, tını, görünümle temsil etme yeteneğinde
olandır. Ruh İkiziniz Ruhi’nin giriş
tümcesindeki sese benzer biraz.
“Babam da
sizin gibi yalnızlıklar parkı sakinlerinden biridir Ruhi Bey.”
Okur okumaz Ruhi
Bey’e seslenen o sesin peşine takılıp gidersiniz.
Yaşamı o ilk
sese. Öykü sesine. Anlatıcı sese. Öyküyü o ilk tümceyle başlatan sese yeniden
kavuştum. Bu mektubu da bana yazdırtan o ses oldu sanırım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder