25 Kasım 2017 Cumartesi

Uykusuzlar Üstüne Söyleşi


Uykusuzlar
’ın yazarı Erkan Tuncay’a Beş Soru
Özgür SOYLU

Uykusuzlar’da yayıncıya, eleştirmene, okura kırgın bir genç yazar silüeti beliriyor yer yer. O ünlü soruyu sormadan edemeyeceğim; Yıllardır yazarlığını takip ederim, yazma/yayınlama konusunda sende birikenler neler?

Sevgili Özgür bizim gibi edebiyat dergilerini mutfak belleyip, yazarlığını oradan geliştirmeye çalışanlar için -artık- çok farklı bir yayınlatma süreci söz konusu. Dergilerde pişmek geçer akçe değil. Bu açıdan bakınca kitap yayınlatmak çok kolay görünüyor şu günlerde. Bloglarda veya buna benzer ortamlarda önce okurlarını oluşturuyorsun. O aşamayı geçince kitap yayınlatabiliyorsun. Dergilerin bu açıdan bir basamak, çekim merkezi olma şansı kalmadı.
Zor bir kitap yayınlatma süreci yaşadım. Bunu açıkça dile getirmeliyim. Yayıncıya gönderdiğin kitabın düzeyinin, yayınlanması için yeterli bir koşul olmadığını öğrendim. Dolaşım değeri, satış kaygısı ve daha birçok şey belirleyici oluyor. Bunlar dışında, zarını senin için atacak yazar da olmayınca genç yazarların doğumu böyle sancılı, geç olabiliyor işte. Zaman alıyor.

Minimal, kısa kısa ya da ufarak öykünün tür olarak nerede durduğunu düşünüyorsun?

Küçürek öykü, düz yazının genetik açıdan şiire en çok benzerlik gösteren türü kanımca. Ama kesinlikle şiir değil. Az sözle çok şey söyleme ustalığı olması açısından evet şiir gibi. Ama bir gerilimi içermesi, aydınlanma anı, felsefi arka plana sahip olmasıyla da şiirden farklı olan bir tür olduğunu bize gösteriyor.
Sonuç olarak küçürek öykü, düzyazıdan çok şiirle iletişim halinde olabildiği bir yerde duruyor. Bir olanak olarak minimal öykü, geleneksel anlatı türünün sınırlarını geliştirme şansı tanıyor bize. Bu durum onu önemsememiz için yeterli bir neden bence.

Minimal, kısa kısa, ufarak öykünün şiirle ilişkisi kısa öyküyle şiir arasındaki ilişkiden ne kadar farklı?

Az önce küçürek öykünün şiirden farkını bir parça dile getirmeye çalıştım. Kısa öyküyle şiir arasındaki farka baktığımda, kısa öykünün oylumu onu şiirden uzak bir yere taşıyor. Yanı sıra sözcük ekonomisi, kısa öykü türünde öncelenen bir amaç değil. Yazar anlatıyı içsel bir duruma yoğunlaştırırken zaman, yer, karakterlerle ilgili birçok ipucu verebiliyor. Küçürek öyküde söz konusu olan bu durumlarda yazar deyim yerinde ağzını sıkı sıkıya kapatıyor. Bir aydınlanma anı üzerinden, bir kibrit çakımında anlatıyı kurup bitiriyor. Kısa öykü için bir oturuşta okunmalı denir. Küçürek öykü için oturuşa de gereksinmeniz yok. Çünkü oturuş kitabın ilk okuması için yeterli bir süre sağlıyor. Ama anlam yoğunluğu açısından yeniden metne dönmeniz gerekebiliyor. Ferit Edgü’nün Bin Bir Hece adlı yapıtını dikkate alarak bunu söyleyebilirim. Sonuç olarak minimal öyküye nazaran kısa öykü, şiire biraz daha uzak bir akraba gibi duruyor.

Başka türlerde ürünler verdiğini biliyorum. Dolayısıyla genel anlamda soruyorum bunu: Bence öykü yazmak ve öykü kitabı yazmak ya da öykü kitabı oluşturmak aynı şey değil. Her öykü her kitaba girmez, her öykünün kitapta olmazsa olmaz bir yeri vardır. Bu bağlamda Uykusuzlar için nasıl bir kitaplaşma süreci yaşadın?

Haklısın Özgür her öykü kitaplaşmaz. İyi Yolculuklar adlı kitabında sen de bunu deneyimlemiş birisin. İlk öykülerini yayınlatmaya gönül indirmeyen yazarlar var, biliyoruz. Ama ben edebiyatta kısa öyküyle gözümü açtım. Hala o alanda ürünler vermeyi sürdürüyorum. Kısa öyküde bir süre ısrar etmeyi de düşünüyorum. Ki önümüzdeki süreçte kısa öykülerim kitap bütünlüğünde okurlara ulaşacak.
Uykusuzlar’ın kitaplaşma sürecine gelince. Kısa öyküler için aldığım notlar böylesi bir kitap bütünlüğü oluşturdu. Eksiltme bu dosyada rahatlıkla yaptığım eylem oldu. Kitaba girmeyen ham hali daha uzun, eksiltmeye direnen metinler vardı. Öte yandan minimal öykü türünün sınırlarında durmayı iş edinenler de. Sen sorunca aklıma geldi. Bu dosyada sözcük sayısı azalıyor, ama öte yandan anlam hanesindeki izleklerde artış yaşanıyor. Bu yanıyla kısa öyküden daha zor bir dosya oldu Uykusuzlar.  


Tekrar minimal öyküye dönersek; ağırlıklı olarak sosyal medya kaynaklı anekdot anlatımı, afili laf söylemek, koca koca öğütler vermek peşindeki yazma/okuma alışkanlığı öykü üzerinde ne tür bir bozulma yaratıyor?

Bu söz ettiklerin zaten öykü katına çıkmıyor, çıkamıyor. Çünkü öykünün derdi anekdot anlatmak, afili laf söylemek, öğüt vermek değil. Öyküde izlek metnin içinde saklı.  Söz ettiğin sosyal medyada okur gördüğü şeyi dert edinmişken, yazar minimal öyküde gördüğünün arkasındaki görünmeyeni dert ediniyor. Bunun izini sürme okura düşüyor. Bu yanıyla küçürek öykü görünenin arkasındaki görünmeyeni ortaya çıkarma ilişkisine dönüşüyor. Bilge Karasu’dan işittiğim ‘etkin okur’ terimi burada yazarın beklediği belli tür okuma eylemine işaret etmiş oluyor. Küçürek öyküde söz söyleme sanatı, böylesi bir ‘metin metafiziği’ içeriyor. İletisi açık yazılar okumaya alışkın okur için, söz konusu ettiğim bu ‘metin metafiziği’ farklı bir okuma edimine yelken açmak anlamına geliyor.     

  

15 Kasım 2017 Çarşamba

EDİTÖRE MEKTUPLAR12

Sayın Editör,
Günlük yaşam, araya girdiğinde kurmacanın sesini yitirdiğiniz oluyor kimi zaman. Kurguyu gereksinmeyecek ölçüde şaşırtıcı bir yaşamdan söz ediyorum. Bu bir yazar için başlı başına krizdir. Yazar iç sesini, öykü sesini yitirmiştir. O zaman bir düş içinde bulur kendini. Gördüklerini bir ses ile olsun, bir öyküde var edemez. Edemeyince -artık- kendi yazar sesini de yitirmektedir. Yaşamın sunduğu algı yanılması başta sürükleyicidir. Yaşamın gündelik kaygılarını dindirmektedir. Yine de eksik bir şey vardır. Yazar kendine yabancılaşmıştır. Buna David Constantine, Kendini kaybetme, diyor. Yazar kendini kaybetmiştir. O zaman yaşamın kıyısına bir konuk olarak yerleşmiştir. Onu kendine bir türlü mal edemez. Kendini yaşama da kattığı görülmemiştir. Günler böyle geçer. Sadece okursunuz. Kimi zaman bir iki satırın altını çizdiğiniz de olur. Okumanın da iyileştirici bir gücü vardır. Yazar yazmadan, bir okur olarak yaşamını sürdürebilir. Yine de içten içe duyulan bir eksikliği gittiği her yere götürür. Aradığı nedir? En güzel arkadaş ortamında bile aşamadığı kekremsi bir tat vardır. Kendini kıyıda -bilerek- tutması bu yüzdendir. Hani arkadaşlar erken gitse de, öyküye kaldığım yerden devam edeyim, huzursuzluğu değil söz konusu olan. Kendini ortama bir türlü katamamaktır. Bir tür varoluşun kendini açmaması durumu. Çünkü yazar öykü sesini yitirmiştir. Onun bu sesi bulması için daha çok zaman vardır.
Ozan ve kısa öykü yazarı David Constantine’ye ait Oggito’dan ilk okuduğum, “Kısa Öykü ve Bilmemenin Gücü” başlıklı yazısı oldu. Yazıyı çok beğendim. Sonra merak ettim. Yazarın (ozanın?) Türkçe’ye çevrilmiş kitabı var mıdır diye. Başka Bir Ülkede adlı öykü kitabı Metis yayınlarından çıkmış. Bir öykü yazarı olarak bu kitabı ıskalamış olmak beni üzdü açıkçası. Constantine, bu ses yitirme  konusunda şunları söylüyor.
“Somut bir imgenin yanı sıra, hikâyeyi ve içindeki bir ya da daha fazla karakteri anlatabilmek içine bir sese, bir ses tonuna ihtiyacım olur. Ve şanslıysam, bu sesi ilkin ritim olarak duyarım, bir vurgu, bir aksan olarak belki ve sonra şansım yaver giderse o sesin anlatıcı ya da karakter olarak söyleyebileceği bazı sözcükleri, bir iki cümleyi duyabilirim. O zaman bunu riske etmeye hazır olurum ve bir başlangıç yapabilirim.”
Sayın Editör,
Size uzun bir süredir öykü başlangıçlarımı yitirdim, diyebilirim. Bu durumu daha iyi açıklayabilmek için yine Constantine’nin yazısından bir alıntı daha yapmam gerekiyor.
“O sesi kaybettiğimde, onu yeterince yakından dinleyemediğimde ve gerçek sesin, hikâyeye uyacak tek sesin kaçıp gitmesine izin verdiğimde kendi yolumu da kaybetmiş olurum.”
Anlamışsınızdır. Uzundur yolumu kaybettim. Gerçek acıtıcıydı. Böyle bir bilinçle içinizdeki anlatıcı sese yabancılaşmak, onun olmadığı bir güne uyanmak öyle kolay olmuyor. Kendinizi kaybetmiş oluyorsunuz. Bu yitirişin ince sızısını hiçbir şey dindirmiyor.
Bu susan ses en son, Ruh İkiziniz Ruhi adlı öyküde bırakıp gitmişti beni. O öykü sevildi sanırım. Dünyanın Öyküsü dergisinde yayınlandı. Sonra Karahindiba dergi editörü, o anlatıma yakın bir öykü istedi. (Yazık ki kapandı şimdi o güzel dergi.) Sonra Bir Yudum Kitap sitesi okurlarıyla paylaştı Ruh İkiziniz Ruhi’yi. Wattpad’te de yayınlanıp paylaşıldığını gördüm öykünün. O ses, beni o öyküde bırakıp gitmişti.
Şimdi o sesi yeniden buldum. Sanki böyle bir şeyi hiç yaşamamıştım. Yaşlanmıştım ya da. Kalkıp bir deniz kıyısına gitmiş, oradan da hiç geri dönmemiştim. Kapanmıştım.  O ses derken,  “Kastettiğim, mistik ya da gizemli bir şey değil.” Yaşamı tek bir ses, ton, tını, görünümle temsil etme yeteneğinde olandır. Ruh İkiziniz Ruhi’nin giriş tümcesindeki sese benzer biraz.
“Babam da sizin gibi yalnızlıklar parkı sakinlerinden biridir Ruhi Bey.”
Okur okumaz Ruhi Bey’e seslenen o sesin peşine takılıp gidersiniz.

Yaşamı o ilk sese. Öykü sesine. Anlatıcı sese. Öyküyü o ilk tümceyle başlatan sese yeniden kavuştum. Bu mektubu da bana yazdırtan o ses oldu sanırım.