17 Mayıs 2016 Salı

EDİTÖRE MEKTUPLAR 9

Sayın Editör,
Kitabım üstüne ilk söz alan kişi öğrencim oldu. Lafı uzatmadan bu mektubumda sizinle o yazıyı paylaşmak istiyorum. Samimi bir dille yazıldığı gözünüzden kaçmayacaktır. Esen kalın...



UYKUSUZLAR* İÇİN BİR OKUMA DENEMESİ
Umut BİLİCİ**
Ve işte bugün... 13 Mayıs 2016 Cuma gününde kitap benim de elime ulaşıyor artık. Okuyorum... İlk olarak okulda başlıyorum okumaya. Kısa öykülerden oluşan bu kitap sandığım gibi kısa bir sürede bitmiyor, bitmeyecek de. İlk öyküyü okuyorum,  kulağımda Franz Schubert'in Serenad'ı işliyor zihninin derin boşluklarına. Bir yandan da Uykusuzlar... Kulaklığım, kitabım. Eksik olan tek şey kahvem. Aldırmıyorum kahvemin eksikliğine. Devam ediyorum okumaya. Erkan hoca ile kütüphanede konuştuğumuz üzere, sayfaların altındaki boş kısımlara notlar almaya çalışıyorum. Yapamıyorum! Nedendir, bilmiyorum. Birkaç öykü daha okuyabiliyorum okul sıralarında. Eve geliyorum sonra. Evdeki diğer herkes uyuyup gece sessizliğe gömüldüğünde koşuyorum yeni kitabıma doğru. Alıyorum onu elime, şöyle bir uzanıyorum. Kaldığım yerden devam etmek istiyorum. Okuyorum. Hala notlar alabilmek istiyorum sayfalara. Yorum yapabilmek istiyorum. Çok çabalıyorum. Olmuyor. Yapabildiğim tek şey sevdiğim bazı cümlelerin altını çizmek oluyor. Bir daha deniyorum sayfa boşluklarına öyküler hakkında yorum yapmayı, iyi ya da kötü eleştirmeyi, öykünün anlatmak istediğini kaleme dökmeyi... Sonuç: Başarısızlıklarla dolu onlarca deneme. Vazgeçiyorum artık. Yorum yapamayacağım , sadece okuyacağım, diyorum. Okuyorum... Her sayfada duraksıyorum. Düşünüyorum, kitabın yazarı Erkan Tuncay ile  bağdaştırmaya çalışıyorum okuduklarımı. Çünkü biliyorum gerçek bir yazarın kaleminden dökülen tek bir sözcüğün bile onun ardında yatan sır perdesini biraz olsun araladığını. Zar zor toparlanıyorum, çünkü devam etmek zorundayım. Arada sadece iki öyküye tek kelimelik notlar alabiliyorum. Dayanak adlı öyküye 'Tezatlar' yazıp üç nokta koyuyorum. Varlık’a 'Ölüm...' yazıyorum. Ölüm. Duruyorum. Sonra ölümden çekinmediğime kendimi inandırıp devam edebiliyorum okumaya. Birkaç öyküde 1 ve 2 şeklinde, farklı sayfalarda yer almış biçimde numaralandırmalar verilmiş. Yük I’i okuduktan sonra anlıyorum bunu. Sayfaları hemen karıştırıp doğrudan Yük II’ yi okuyorum. Sonra Düş I’ den sonra aradaki beş öyküyü atlayarak Düş II’ye geçiyorum. Sonra kaldığım yerden devam ediyorum. Bunu yaptım, çünkü hikâyenin her türlü engele, mesafelere karşın tamamlanması gerekiyordu. Düş I, Düş II'sine kavuşmalıydı. Ayrılık onları yıpratır, zarar verirdi. Sayfalar arasında koştum. Düş I’in elinden sıkıca tuttum. Kararlıydım. Düş II'sine kavuşturacaktım onu. Öyle de oldu. Bitiş çizgisinde yorgun ama huzurluyduk. Hikâye tüm ayrılıklara rağmen tamamlanmıştı. "Düş"lerimi orada bırakıp yoluma devam ediyorum. Sonra Beden karşılıyor beni. Sadece üç satır. Alıp götürmeye yetiyor beni. Yeni bitirdiğim o zorlu koşudan beni çekip alıyor. Dinlendiriyor, bir çay ısmarlıyor bana. Beraber yudumlayıp içiyoruz çaylarımızı. Düşünüyoruz. Yanımızda İlhan Berk de var. Üçümüz de suskunuz. Ne ben, ne Beden, ne de İlhan Berk konuşuyor. Sonra Beden söz alıyor. O üç satırı söylüyor. Derdini anlatıyor bize:
"Eksiktim onların gözünde.
Oysa onların eksiği çok derinlerde.
Bu yüzden ilk bakışta görünmüyor." 

Beden susuyor. İlhan Berk söz alıyor:
"İnsan eksiktir," diyor.
Ne güzel destekliyor Beden'i... Ama ben susuyorum. Çünkü ikisi, her şeyi anlattılar. Sadece söyledikleri ile değil, söylemek istedikleri ile de birçok şey anlattılar. Boş bakan gözlerimin ardından hayran kalmanın ötesinde bir şey hissedemiyorum. Bir şey diyememenin utancıyla kalkıyorum masadan. Koşup gidiyorum, uzaklaşıyorum oradan. Ama bir gün, biliyorum, elbet geri döneceğim.
   Okuyorum... Okuyorum...
   Eksik’e geliyorum. İlk cümlesini okuyorum. Küsüyorum. Her şeye ve herkese küsüyorum o an. Kapatıyorum kitabı. Tek bir kelime daha okuyamazdım. Bu, çok zordu. Ondan sonra bir daha elime almadım kitabı. O yüzden oturdum, bunu yazıyorum. Aslında yazamıyorum.  Şu an çok büyük çabalar sarf ediyorum içimde. Her bir öykünün anlatmak istediğini, yorumlanmasını haykırıyorum sessizce. Yazamadığım, yazıya geçirsem çok büyük ayıp edeceğim o duygularımın sonsuzluğuna haykırıyorum belki de. Ya da ilk defa, kitabını okuduğum bir yazar ile bu kadar yakın olmam beni korkuttu. Yorumlamamı zorlaştırdı. Yorumlamayı da geçtim, kendime anlatmamı zorlaştırdı belki de... 
Ama yo, buna pek ihtimal vermiyorum. Böyle desem de doğru yanıt, içimdekilerin düğümlenip sıkışmasındaki asıl neden, Arkhe, nedir, bilmiyorum. 
     
Saatler şu an 00.15' i gösteriyor. Ve ben Uykusuzlar’ın ardından, tamamlanmamış bir "Uykusuzlar" ın ardından düşüncelerimle geceye devam edeceğim. 
      'Uykusuz' bir şekilde...
----------------
                             
*Uykusuzlar, Erkan Tuncay, Kanguru yay., 2016

**Çeaş Anadolu Lisesi

8 Mayıs 2016 Pazar

EDİTÖRE MEKTUPLAR 8

Sayın Editör,
Kargodan Uykusuzlar’ı alıp Samandağ’a doğru yola çıktım.
Garip bir şey duyumsuyor insan. Kitap yayınlanana kadar elin ayağına dolaşıyor. Ama kitap eline geçince de bir tuhaf oluyorsun. Sanki bu kitap senin değilmiş, olmamalıymış gibi. Ben kitap kolisini elimde tutmuşken, bir kenara bırakıp gideyim diye düşündüm.
Neyse anlatacağım şey, sanırım kitaba yazarının yabancılaşması. Ürettiğin değere karşı yabancılaşmak bu işte. Kitabı öteliyor, ötekileştiriyorsun. Belki kendine karşı acımasız davranıp hemen eleştirilecek bir yan aramaya koyuluyorsun. Sonuç sarsıcı. Bu kitap benim değil! Yazmadım ben onu. Vardığın nokta işte bu. Yabancılaşmanın kitap hali.
Geçen gün İsmail’in çay ocağında edebiyat öğretmeni Metin Al hocamla kitap üzerine sohbet ediyorduk. Öğrencileri kitabı alır almaz karıştırmaya başlamışlar. Biri kalkıp, hocam, demiş bu kitap boş. Boşluklar çok bu kitapta. Bakın bazı yerlerde tek bir satır var!
Bunu anlattı bana. Ben de Metin hocama, öğrencin haklı, dedim. İyi görmüş. O boşlukları ben bilerek koydum. Onları kendisi dolduracak.
Bu doldurma konusuna yeniden döneceğim.  Ardından ozan dostum Nebih Nafile’nin Umudun Sesi programında kitap üstüne söyleşirken bunu anlattım. Boşluğu doldurma işini. Öğrencinin saptamasını.
Oğlum Berkay radyo programını dinlemiş. Ertesi gün bana sordu. Baba, eğer boşluk doldurulacaksa, bu boyama gibi bir şey olmayacak mı? Hayır, dedim. Okuduğuna anlam katacak. Anlamlandıracak. Orada ne anlatıldığı üstüne bilgi sahibi olacak.
Boşluk doldurmak için metni çözümlemek gerek. Bilge Karasu ‘metnin güttüğü okur” ile “metni tüketmek” diye iki ayrı süreçten söz ederdi. Birincisi metinin sezdirmelerle, çağrışımlarla, metinlerarasılıkla okura anlam kurmada destek olmasını kastediyor. İkincisinde ise, metni çözümleme sonucunda anlamlandırmayı ifade ediyor.
Bu yüzden okurun belli türden donanıma sahip olması gerekiyor.
Küçürek, ya da kısa kısa öykü türünün sözcük ekonomisini gözettiğini bilmek gerekir.
Yanı sıra şunları;
Küçürek öykünün şiire en yakın düzyazı türdür.
Ana odaklanır.
Anlam açısından yoğdur.
Başlıklar çözümlemede önemlidir.
Sayfada geriye kalan boşlukları okurun doldurması gerekir.
Bu tür öykülerin yazım süreci kuyumcu işçiliği  titizliği ister.
Hız çağına seslenen düzyazı türü olduğu iddia edilir.
Türkçe’de ve başka dillerde bunların yetkin örneklerinin verildiğini, en azından bunlardan birkaçının okunması önemlidir.
Sayın Editör,
Sonuç olarak boşlukları dolduran okurdur. O zaman etkin okur dediğimiz okur tipi açığa çıkmış olur.
Boşluklar da neredeyse gerçekliği çepçevre sarıp temsil etmeye soyunur.

Öyle değil mi?