Çok önceleri kurdum bu gezi günlerini. Into the Wild filminden sonra. Ruhumu bir sırt çantasına tıkıştırıp yollara düşmek hissi o zaman oluştu. Elbette sonra öğrenecektim. Yollara düşmek bir tür yaşam biçimi. Yolda olmanın verdiği o duyguya bir tür bağımlılık oluşturuyor insan. Bu bir tür yarayı kanatma. İrin akıtma. Başka bir yerde ve coğrafyada insan hikâyelerinin peşine düşme. Ne dersiniz deyin, gezinin yaşattığı o gezgin ruh içinde insan sanki yaşam denen o solucan deliğinin içine giriyor.
Bambaşka bir gerçeklik inşaa eder misiniz?
Başka bir gerçeklik inşaa edildiğine tanıklık eder misiniz? Gerçekliği soyutlarken bambaşka bir gerçeklik içine düşmek ister misiniz? O halde coğrafyanızı terk etmeye hazır olun!
İstanbul sonrası Atina'ya geçtik. Atina'ya ikinci gidişimdi. Atina'nın felsefi ruhu yeniden sarıp sarmaladı beni. Monstraki çevresinde zaman geçirmeyi bu yüzden seviyorum.
Daha önceki gelişim uzun süreliydi. Pire Limanı, Parnassos Dağındaki Delphi tapınağı, Sounion Burnundaki Poseidon tapınağı, Akropolis, Agora, Sokrates'in zehirlendiği yer, Pagrati'deki ilk olimpiyat stadı, yemek kültürü ile Yunanistan beni büyüledi.
Sonra 2025'in ilk gezisi İspanya ruhumu esir aldı. Bir teslimiyet içinde kendimi ona verdim.
Polonya bir geçiş yeri oldu. Gezi dönüşü aynı güzergahtan olacak. O zaman bira Polonya havası soluma fırsatım olacaktı.
İspanya ilk açılışı Barcelona ile yaptı. Viyana'da sanki aynı sokaklar beni içine almış ve ruhumu genişletmişti. Oğlum Berkay'ın heyecanlı bakışları arasında, o geniş güzel bulvarları gezdik. Plaza de Catalunya'daki metro durağı eksen çizgimiz oldu. Antoni Gaudi'nin elinin değdiği mimari yapıları görünce, köşe denen geometrik şeklin sürgününü gördük. Barcelona'da ayakta kalma çabası gösteren Ana ve ailesini tanıdık. Bir gün bize ayrılan odada kaldık.
Madrid'de bizi Antonio bekliyordu. Onu evinde iki gece konakladık. Prado müzesinde tarihin bir renge, çizgiye bürünebileceğine tanıklık ettik.
Sevilla, Endülüs ruhunu bize vereceğine Hristiyan kralların şapel ve kaleleri arasında oyaladı bizi.
Ama ben kadının cesaret ve zarifliğini Santa Cruz mahallesinde görünce tanrının ilk olarak kadını yarattığına inandım.
Çok beklemiştim. Artık ruhumu Endülüs'e teslim etmeliydim. Rotamızı Cordoba'da taş köprüde yıkayabilirdim. Oysa ruhum bir medrese önünde, büyük bir özgüvenle dikilip bakan İbn Rüşd heykelinde arınıp yıkandı.
Cordoba'da sokaklarında dolaşırken turunç ağaçları ve ılıman Akdeniz iklimi beni memleketime götürdü.
Granada üstüne şarkılar yazılmış.Devrimci şair Miguel Hernandez Madrid'i güzellerken, bir başka devrimci şair Garcia Lorca, Granada'ya büyüleyici dizelerini serpiyordu.
Granada'da bir Endülüs estetiğine tutuldum. İnce işlemelerideki metafizik evrenden, somut gerçekliğin içine düştüm. Ardından insanın saldırganlık dürtüsü baskısı altında sanatın, sanatçının ve eserlerinin binbir zahmetle nasıl yaşamaya çalıştığına tanıklık ettim.
Bellavista'nın sokaklarını aşkım Antakya'nın midak sokaklarını gezer gibi gezdim.
Gece uyku tutmadı. Antakya'da depremin ağır resmini gördüm o gece.
Bellavista'nın sokaklarında kayboldum. Ağladım sonra sarhoş oldum.
Şimdi yönünü yitirmiş bir albatros gibiyim. Kanatlarım zihnime direniyor. Barcelona havalimanından beni alıp gerisin geri Polonya'ya götürecek uçağı beklerken. Kalbim son Endülüs ezgilerinde yıkanıyor. Ah Al Hamra! Ne çok terkedip terkedip tuttun elimden benim...