27 Haziran 2016 Pazartesi

EDİTÖRE MEKTUPLAR11

Çukurova, 27.06.2016
Sayın Editör,
Dışarıdan sesler geliyor. Teraslardan. Ki bu kentte balkon dersem gülerler. Çünkü burada teraslar çok  geniş. Hatta çoğu kişi terası burada oda gibi döşemiş.
Parktan da çocuk sesleri geliyor. Oysa dışarısı kırk derece. Yanıyor.
Film bitti. Ben de masa başına geçtim.
Bu arada sokakta yolun karşısında bulunan elektrik dağıtım, güç kaynağının sesi de geliyor. Ki geceleri terasa çıkınca sadece o söz alıyor.
Ayağa kalkıyorum. (Tam burada gerçekten ayağa kalkıyorum.) Pencereyi kapatıyorum. Durun bir dakika. Odamda pencere yok ki benim. Ama bir dönem burada topal kapı dedikleri bir kapı ve onun devamında pencere vardı. Onu yıktırdım. (Aslında henüz ayağa kalkmadım. Yazmayı sürdürüyordum. Şimdi kalkıyorum. Söz. Yazının akıcılığı, çok şey anlatmak isteğim buna izin vermiyor. Ki bakın hala oturmuş durumda yazıyorum. Hatta bilgisayar açılana kadar sepetteki çamaşırları yerleştirdim. Gece geç dönmüştüm eve. Babalar günü gecesi. Dostum balık yemeğe davet etti. Annesi balkondaydı. Durmadan bir şey anlatmak istiyordu. Anlattıklarına gülünce de, Benim İzmir’deki oğlum hiç gülmüyor, dedi. Onun yüzü hiç gülmez. O zaman yaşamı çok ciddiye alıyor, dedim ben de. Adam sen de, der gibi bakıp gözlerini kaydırdı. Tamam, anlaşıldı ayağa kalkıyorum. Vazgeçtim çünkü kapatırsam bunalırım diye korkuyorum. Mektubuma odaklanmak için kalkıp kapatıyorum. (Burada yazar ayağa kalktı ve pencereyi kapattı.)
Tam kapatmadım kapıyı. Aralık bıraktım. Çünkü boynumdan terlemeye başladım. Sırtımla kaba etimin birleştiği yerden de. Seslerin çoğunluğu kesildi. Bir motosiklet sesi geldi. Biri apartman altındaki marketten bir şey aldı sanırım. Ya da apartmana yemek siparişi getirdi.
Geçen gün giriş kapısında bekleyen bir motosikletli vardı. Kolay gelsin, dedim. Sağ olun, dedi. Sonra elindeki poşetten firma ismine baktım. Ütopya yazıyordu. Kapıyı açtık. Asansörün onuncu kattan gelmesini bekledik. Geldi. Önce ben bindim. Refleksle hemen yüzümü gence döndüm. Beşinci kat mı? dedim. Hayır, dedi. Dördüncü.
Bu katta kim vardı, diye düşünürken asansör artarak yükseliyordu. İki, üç, dört. Sonra çıktım. Kapı açıktı. İşte geldi, diye bir ses işittim. O kadını tanıdım. Ara sıra selamlaşırız. Dişleri birden bire takma oldu.
Henüz daha filme gelemediğimi gördüm. Yazacak çok şey birikmiş size.
Televizyonu kapattıktan sonra bana filmi salık veren öğrencime şu iletiyi attım. (Bu arada ben hala terliyorum. Dışarıda yeni başlayan fayans kesme spiralinin sesi gelse de açıyorum. Spiral deyince aklıma birden lise yıllarım geldi. Meslek lisesinde her şeyi üç yıla sığdırdım. Her türlü kaynak ve metal kesmeyi bilirim. Gerçi bu mektubu (metin mi desem?) yazmaya başlamadan önce bu yıllardan bir parça söz etmek de isterdim. Sanırım filmin etkisi olabilir bu. İletiye geleyim.
REALITE FİLMİ:
Olacak gibi değil…
Yani gerçek…
Sadece kafada bir egzama.
Hastalık.
Biz başlattık.
Biz bitiriyoruz.
SON.
Film gerçekten sıra dışı. Ben filmin yönetmenini de bilmiyorum. Kalkıp bilgisayardan, telefondan değil, bu adam hakkında bir şeyler okumak istedim. Sonuç bu mektup oldu. Uzun da olmuş yazmayalı. Yazayım, dedim.
Filmden öncesine gelirsem. Uyuklamalar arasında Dorian Gray’in Portresi’ni okuyordum. Saba karşı gün ışımaya yakın, ki bilirsiniz bu aylarda ışık erken gelir doğudan. Yürüyüş. Ardından kahvaltı.(Azalttım porsiyonu ve çeşidi.) Sonra kitap. Elimde kalem çize çize satırları ilerliyorum. Ne kadar kötü. Kötü olan kitap değil. Benim yaşadığım şey. Yani bu kitaplıkta duran kitaba tam on yıl önce kavuştum. Benim onu elime almam için on yıl bekledi kitap. Ne garip. Bunu düşünürken lise yıllarımın, yetiştiğim ortamın buna katkısı ne oldu diye de kafa yoruyordum. Yani bu kitaba niye geciktim bu kadar? Kitapta edebi, felsefi, psikolojik bir derinlik var. Gözlem gücü var. Ezdin beni Oscar, diye bağırdım. (Tabi bu bağırtıyı filmi bitirdikten sonra tekrarlayacağımı nereden bilebilirdim?)
Şimdi mektuba başladığımdan beri usuma Çehov geliyor. Ne olacak bu iş diye? İş dediğim mektubun başından bu yana o kadar ayrıntı birikti ki… Bilirsiniz oyunda tüfek varsa, sonunda patlamalı. Çehov’un yazıya, oyuna bakışı bu. Beni affetsin. Bunu yapamayacağım. Yaparsam çok ilginç bir postmodern metin çıkar ortaya. Buna da zamanım yok. İletiler geliyor. Telefonlar çalıyor.
Böyle mi bitecek?
Evet, öyle.
Neredeydim?
Film. Lise yılları. Dışarıdan gelen sesler. Dördüncü kat. Reality. Dorian Gray. Öğrencim. Daha bir sürü şey.
Siz de baha hak verirsiniz ki, bu gürültüde tüm silahları patlatmam olanaklı değil.
Esen kalın.



8 Haziran 2016 Çarşamba

EDİTÖRE MEKTUPLAR 10

Çukurova, 30.Mayıs.2016

Sayın Editör,

Kitap üstüne iki söyleşi gerçekleştirdim. İlki ÇEAŞ Anadolu lisesinde. İkincisi de Yüksel Acun Anadolu lisesinde. İki söyleşi de çok keyifliydi. Gelen yorumlar kitabın anlamının kapalı olduğu üstüne oluyor. Bu da sanırım minimal öykünün kendinden kaynaklı bir durum. Seçilen tür böyle olunca, kaçınılmaz bir sonuç oluyor bu durum.

Sonra yeniden kendi iç yaşamıma dönmeye başladım. Önümde bir seminer kaldı. Böylece sanırım koşuşturmaya biraz ara verme zamanım gelmiş olacak.

Ben bu arada Leyla Erbil okumaları yapıyorum. Hallaç, Gecede bitti. Bu kitaplara eş zamanlı olarak Elmas Şahin hocanın Leyla Erbil Kitabı’nı* da okuyorum. Leyla Erbil, Elmas hocaya ‘hafir’ demiş. Kazıcı. Gerçekten de hocanın kitabında yol aldık sıra ‘hafirliği’ açığa çıkıyor. Böylelikle bu kitap bir Leyla Erbil yazın dünyasını anlama kılavuzu niteliğinde. Öyle değerli. Yalnız kitap üstüne pek konuşulmadığına bakılırsa, edebiyat sessizlik içinde boğuluyor, diyesi geliyor insanın. Nitelikli çalışmalara ses olmak gerekiyor.

Elmas Şahin kitabının girişinde Leyla Erbil yazını üstüne şunları söylemiş:

“Kadının erkek egemenliğine dayalı ataerkil toplumda var olma savaşımı, kimlik arayışı, kadın deneyimi, kadınlığı cinsellikle özdeşleştiren bir toplumda yok olmanın getirdiği kırıklığı, isyanı ve feminist başkaldırısı, kadın olmaktan kaynaklanan ezikliği, zihinsel içedönüşü ve bilinç akışıyla patlayışı, kadın bedeninin cinsel bir obje olarak görülüp nasıl çürütüldüğü, hiçliğin sakatlanmışlığın, yok oluşun ve cinsel ayrıma dayalı aile içi ve dışı şiddetin getirdiği sorunlarla kadının özel ve kamusal alanda ataerkil tabularla, gelenek ve görenek ve önyargılarla nasıl baş edişi ya da edemeyişi bu tezde ele alınıyor.”

İyi ki ele almış Şahin. Çünkü Leyla Erbil’in noktalama işaretlerinden tutun, dile kadar bozan, yeniden üreten bambaşka bir yazın diliyle karşı karşıyayız. Deneysellik, bilinç akışı, metinlerarasılık dediğimiz yaklaşımlarıyla Erbil edebiyatımızda özgün bir yere sahip. Muhalif bir kalem. Feminist kuram açısından ele almış onu Elmas Şahin. İyi de etmiş. Leyla Erbil yazını sahip olduğu dil, anlatım olanaklarıyla daha çok konuşulmayı, yazılmayı hak ediyor.

Hallaç adlı öyküsünden önceki mektuplarımda söz etmiştim size. İnsanı, kadını nesneleştiren bir gündemi var ekonominin. Kültürel değerlerin. Bu yanıyla Eric From’un dediği gibi insanlık değerleri metalaştırılmış durumda. Durum böyleyken kadın gözüyle karşıt duruşuyla Leyla Erbil, günümüzün ekonomi-politik görüşünü de reddediyor. İnsanı (özelinde kadını) metalaştıran her şeye karşı bir duruş sergiliyor.

Cüce’ye başlayacağım bu gece.


Esen kalın…




*Leyla Erbil Kitabı, Elmas Şahin, Yitik Ülke yay., 2015/İstanbul